Türkiye Hollywood Kahramanını Buldu!

Erkam Kuşçu kardeşimiz, Ayla filmini Haksöz-Haber okurları için değerlendirdi.

AYLA: TÜRKİYE HOLLYWOOD KAHRAMANINI BULDU

ERKAM KUŞÇU / HAKSÖZ-HABER

Sinemamızın karamsar serüveninde birkaç yönetmenin çabaları hariç son dönem yapımlar gerçekten moral bozucu bir vasatta. Gerçeklik kavramı yerli filmler için anlamsız bir kavram olmalı ki yapılan işler bu kavramdan nasibini alamıyor. Türkiye’de en çok izlenen yerli yapımları ise komedi filmleri oluşturuyor. Bu filmlerin ise komedi ile olan ilişkileri epeyce sıkıntılı. Yeteri kadar izleyici toplayınca pek sıkıntı olmuyor herhalde ki bu iş epeydir böyle devam ediyor. İçeriklerin özgünlüğü ise apayrı bir mesele… Bu bağlamda sinemamız yepyeni bir başarı öyküsüne daha imza attı. En başarılı “Türk Hollywood” filmi Ayla, geçtiğimiz ay sinemaseverlerin beğenisine sunuldu. Bilindiği üzere Türk Hollywood diye bir şey yok. Ancak bahsi geçen yapımın başardığı tek şey Hollywood aksiyon-savaş filmlerini hem içerik hem tarz olarak çok iyi özümsemesinde yatıyor… Böyle olunca gerçeklikten, özgünlükten uzak bayağı, basit ve sıradan bir iş ortaya çıkıyor. 

Filmin hikâyesi, Kore Savaşı esnasında Türkiye’den yollanan tugayın, savaşın orta yerinde anne babasını kaybetmiş bir kız çocuğunu bulmasıyla başlıyor. Kız çocuğunu bulan asker Süleyman Dilbirliği bugün hala hayatta ancak yakın zamanda yaşadığı rahatsızlıktan dolayı yoğun bakıma alındı. Aynı şekilde Ayla ismini verdiği Koreli kız çocuğu da hayatta… Filmin sıhhati ile ilgili en azından bu durumu belirtmemiz lazım. Zaten filmin sonunda bu iki şahsın 60 yıl sonra (2010) Seul’da tekrardan bir araya gelmeleri de (hazırlanan bir belgeselin görüntülerinden) gösteriliyor. En başta bunun örnek gösterilmesi gereken bir davranış olduğunu vurgulamamız gerekiyor. Savaşın göbeğinden bulduğu küçük bir kız çocuğu ile 15 ay boyunca ilgilenmek ve ona hamilik yapmak ahlaklı bir davranıştır. Ancak her hikâye için geçerli olan bir durum var ki; sinemalaştırma sürecinde hikâyeden nelerin çıkartılıp nelerin eklendiği bilemiyoruz. Tabi ki absürtlüğünden dolayı “eklendiğini” tahmin ettiğimiz bazı sahnelere az sonra kısaca değineceğiz.

Hey Dostum, Sen Türk Askerini Ne Sandın!?

Filmin bel kemiğini oluşturan bir iki husustan bahsetmek gerekirse: En başında duygusal bir hikâye ile karşı karşıya olduğumuz aşikâr. Bu durum ise filmin -kavmiyetçilik ve hissilik arasında ki derin köprüler sayesinde- milliyetçi hisleri galeyana getiren bir düzeye ulaşmasını kolaylaştırıyor. Zaten filmin başına geçen herkes “Koreli kızı kurtaran Türk askeri” mottosu ile “bize de zaten bu yakışır” tavrıyla filmi izliyor. Film de buna teşne sahneler barındırınca ortaya coşkulu, fantastik ve şovenist bir duygu tahribatı çıkıyor. (İzleyenlerin salonu gözyaşları içerisinde terk etmesine sebep bu olsa gerek) Kısaca örneklere anlatmak gerekirse; filmimizde bir adet kafasında kurşun sektiren Türk askeri var. (Az evvel ki cümlede herhangi bir ironi yoktur.) Karıncayı dahi incitmekten çekinen askerlerimiz Kore’ye barış götürüyor safsataları bir de -en çok sevdiğimiz- yabancıların Türk askerleri hakkında övgü dolu sözleri ve (bizim en çok hoşumuza giden de bu oldu) askeriye tarafından açılan yetim okulunda küçük, çekik gözlü, sevimli Koreli çocuklara “Ankara, Ankara!” diye marş okutulan sahneler var. Hatta bu marşı güzel okursan baban seninle gurur duyacak bile deniliyor(Gerçekten bu söyleniyor!). E, böylesi bir vasatta filmi izleyen insanlarımızın bakış açısını ve duygu dünyasını anlamamız çokta zor olmaz herhalde. Yani Kore’de ne olduğu, savaş psikolojisi, savaşın yıkıcı etkisi üzerine birkaç basit değini dışında hiçbir şey yok! Bolca duygu kaosu ve patlamalı-çatmalı sahneler var. 

Film açısından önemli olan bir diğer husus ise: Amerikan müttefiklerimizin(!) ve BM barış gücünün Kore’de “barış” adına yaptığı işlerin ve bizim insanlarımızın bu “barış” operasyonunda nasıl seve seve görev aldığının altı kalınca çiziliyor. İnsanlığın yüz akı olan Amerika ve BM, Kore’ye çiçek dağıtmak için mi gitti? Hayır, pekâlâ oraya savaşmaya gittiler. Peki, bu savaşta neler yaşandı? Bazı rakamlara göre 2,5 milyon insan hayatını kaybetti. Türkiye ise kendisi ile alakası olmayan bir savaşta batıya şirin görünmek ve NATO’ya üye olabilmek için kendi insanlarını harcadı! İki emperyalist gücün (Çin ve ABD) desteklediği kuzey ve güneyin savaşı ile bizim ne alakamız vardı. Film, Çin destekli Komünist Kuzey’in yapıp ettiği katliamlara değinirken ABD’nin yediği haltları ise atlıyor. Aynı çelişki Türk solunun filme yaklaşımında tersinden doğru gözlenebilir. Onlarda Çin destekli “barışsever” Komünist Kuzey’in yaptıklarını eleştirmek bir yana emperyalizme karşı mücadele olarak yansıtırken filmi gerçeklerin üstünü örtmek ile suçlamışlar.[1] Al birini vur ötekine!

Amerikalı General McArthur’un “Türkler savaşta küçük bir kız çocuğuna dahi sahip çıkıyor, evet, tarih ilerde bizlerden değil onlardan bahsedecek” tarzında herzeleri ise hepten göğsümüzü kabarttı. Yani Amerikan’ın acımasız savaşında onların yerine sen savaş ardından kim olduğu belirsiz bir komutan seni övdü diye sevin. Seneler geçsin bunun filmini çek bu anekdotu da filme al. Pes! Zaten perşembenin gelişi çarşambadan bellidir. Filmin bir yerinde başkarakter ailesine yazdığı mektupta “Amerikalılar bize çok iyi bakıyor” şeklinde bir söz bile sarf ediyor. İnsan bunu söylemeye utanır!

Hulasası Ayla filmi, -beklentinin ne olduğu da tartışmalı olmakla birlikte- beklentilerin altında kaldı. (Küçük bir detay olarak filmin sonunda savaş mağduru çocuklara dikkat çekilmesi ve şu anda -yanlış hatırlamıyorsam- 1,5 milyon savaş mağduru çocuğun Türkiye’de bulunduğuna dair bir hatırlatma yapılması olumluydu.) Yazının başında değindiğimiz gibi filmin başarılı olduğu tek husus Hollywood tekniklerinin kullanılmasında gösterilen beceri olarak gözüküyor. Türkçe konuşulan bir Hollywood filmi izlemek isteyenler buyursunlar. Bizim karnımız bunlara tok!

 

[1] http://haber.sol.org.tr/kultur-sanat/ayla-filmi-kore-savasini-nasil-carpitiyor-215702

 

Kültür Sanat Haberleri

Genç Birikim dergisinin Ekim 2024 (268'inci) sayısı çıktı
Ekin’den yeni kitap: Gazze - Ardu’l İzze
Siyonistlerin katlettiği her gazeteci karartılmış bir gerçektir!
Fare kadar vicdanı olmayan tiyatroculara salon yok!
Umran dergisinin Ekim 2024/362. sayısı çıktı