Taha Kılınç / Yeni Şafak
En doğru yöntem
Geçtiğimiz cuma –19 Mayıs– Suudi Arabistan’ın Cidde kentinde gerçekleştirilen zirveyle, Suriye tam 12 yıl sonra Arap Birliği’ne yeniden girdi. Beşşâr Esed rejiminin sivil halka düzenlediği bombardıman ve saldırılar sebebiyle üyeliği 2011’de askıya alınan Suriye, böylece herhangi bir yaptırımla karşılaşmadan tekrar “Arap evi”ne dâhil oldu.
Bu son derece önemli toplantı birçok açıdan dikkate değer unsurlar içeriyordu: “Suudi Arabistan’ın aktif dış politika vizyonu”, “Suriye’nin Arap Birliği’ne geri dönüşünün bölgesel etkileri”, “Suriyeli mültecilerin farklı ülkelerdeki geleceği”, “Rusya ve İran’ın Arap Birliği ülkeleriyle münasebetleri”, “Katar’ın Arap Birliği içindeki konumu” vb. Ben, hepsi de müstakil birer yazıya dönüşmesi gereken tüm bu konuları –şimdilik– bir kenara bırakıp, Beşşâr Esed’in yaptığı konuşmadaki şu cümleye odaklanmak istiyorum: “Bölgemizdeki en büyük tehlikelerden biri, sapkın Müslüman Kardeşler ideolojisiyle karışmış yayılmacı Osmanlı düşüncesidir.”
Beşşâr Esed’in bu sözlerle kimleri ve hangi ülkeyi kastettiği, izahtan vareste. Ev sahibi Suudi Arabistan başta olmak üzere, salondaki hiçbir ülkeden Esed’e itiraz veya şerh gelmediğine göre –Katar Emiri Temîm’in, Esed’i dinlememek için toplantıdan erken ayrıldığını not etmek gerekiyor–, burada bir “şuuraltı”ndan söz etmek mümkündür. Arap dünyasında alttan alta akmaya devam eden, kriz anlarında ayyuka çıkan, milliyetçilik sosuna bulanmış bir buhran hali olarak...
İslâm dünyası ve Müslüman ülkelerle ilişkiler bağlamında, Türk dış politikasının manevra alanını üç ayrı kategoriye ayırabiliriz:
1) Türkiye’nin hem halk hem de devlet olarak hâlâ çok sıkı biçimde irtibatta bulunduğu Balkanlar,
2) Yavuz Sultan Selim döneminde hâkimiyet altına alınan merkez Arap coğrafyası,
3) Osmanlı İmparatorluğu’nun tarih boyunca fiilen ve doğrudan yönetmediği, uzak bölgeler…
Türkiye’nin dış politik hedefler bakımından en başarılı olduğu bölge, açık ara Balkanlar›dır. Buralarda bir “ağabey” ve “hakem” olarak algılanan Türkiye, bütün aktörlerle aynı anda görüşebilen, hepsiyle farklı derinliklerde ilişkiler geliştiren, herhangi bir problemin zuhurunda başvurulan bir odaktır.
Osmanlı İmparatorluğu’nun yaklaşık 400 yıl boyunca yönettiği Arap coğrafyasında, “Müslümanın Müslümanı idaresinin zorlukları” bütün boyutlarıyla karşımıza çıkar. Vaktiyle yöneten-yönetilen biçiminde kurulmuş olan münasebetlerin tortuları, bugün hâlâ canlı bir şekilde hissedilir, görülür. (Elbette, sözünü ettiğim “tortular”a halk tabakalarından çok, siyaset yapıcılarda, yönetici elitlerde ve kültür-sanat mahfillerinde rastlandığını belirtmek gerekir. Halklar, tasarlanmış düşünceler yerine, duygusallığın baskın olduğu güncel tepkilerle hareket eder.) Türkiye’nin Arap coğrafyasına dair atacağı adımlar, bu yüzden son derece dikkatli planlanmalı, söylemlerin altı titizlikle doldurulmalı, zaten diken üstünde seyreden iletişimin dışarıdan üçüncü odaklar eliyle zehirlenmemesine itina gösterilmelidir. Mısır, Suudi Arabistan ve Suriye –her ne kadar üçüncüsünde İran etkisi baskın olsa da–, “Araplık” söyleminin bayraktarlığında yarışan ülkelerdir.
Aramıza “yöneten-yönetilen” geriliminin hiç girmediği uzak ülkelerin halkları ise, kendilerine yönelik neredeyse hiçbir adım atmamıza bile gerek kalmadan, sonsuz bir sempati ve muhabbetle bize doğru koşuyor. Malezya’dan Senegal’e, Pakistan’dan Tanzanya’ya, nice ülke bu noktada örnek gösterilebilir. Dizi kahramanlarının çocuklara ad olduğu, kültürel bağlantıların kurulduğu, Türkiye’ye her açıdan hayranlık besleyen ülkeler bunlar.
İşte Beşşâr Esed’in yukarıda iktibas ettiğim cümlesini de böyle bir bağlam içinde ele almak icap ediyor. Bundan sonraki dönemde Suriye’ye doğru atılacak her adımda, karşımıza Esed’in dilinden dökülen o şuuraltının çıkacağını hiç unutmadan.
2000’lerin ilk yıllarında çokça gündeme taşınan, nice –sözüm ona– kanaat önderi, düşünür ve gazetecinin dilden dile yaydığı bir söylenti vardı:
Beşşâr Esed, İsrail’le devam eden gerilimde bir defasında öyle zorda kalmış ki, kendisine Tel Aviv’den gönderilen bir mesaja şu karşılığı vermiş: “Kafamı daha fazla kızdırırsanız, Golan’a ve diğer sınır noktalarına Türk bayrağını çekerim, Türkiye’yle mücadele etmek zorunda kalırsınız!”
Yıllarca, Esed’in böyle bir cümleyi kurmuş olabileceğine inandı insanlar, kitlelere de bu aşılandı. Maalesef, Arap Baharı denilen süreç, meselenin hiç de böyle olmadığını acı bir tecrübeyle gösterdi hepimize. Bu yüzden, Ortadoğu koridorlarında gerçeklikten hiç ayrılmamak ve realist gözlükleri çıkarmamak en doğru yöntemdir.