Yirmili yaşlarda 13 gencimiz yanarak, feci bir şekilde öldü, beşi de yaralı kurtuldu.
Önlenebilir bir katliam, ihmal ve imkânsızlık görünümlü bir kaza olarak önümüzden geldi, geçti.
Yoksulların, düşmüşlerin ölümleri, bir arkadaşımın tabiriyle, gecenin dipsiz karanlığında açıktan sessizce geçen gemiler gibi, silik bir ayrıntıdır sadece.
O ülkeler, geri, antidemokratik, azgelişmiş, totaliter gibi sıfatlarla anılır daha çok. Irak’ta her gün elli kişi düzenli olarak ölebilir, Afganistan’da ABD yanlışlıkla 16 sivili ara sıra bombalayabilir, Suriye’de ha keza, çocuklar vahşice katledilebilir, ellişer, yetmişer, ölebilirler.
Başka dünyanın insanlarıdır onlar. Onların ölüm biçimleri, ölümün sıradan bir dost olarak yanlarında her daim bulunması, bizim için bir hikâyenin dokunaklı bir bölümü gibidir, gelir ve geçer.
Evet, o ülkeler üçüncü dünya ülkesi, geri ülkeler diyebiliriz, çoğunlukla da öyledir.
Peki, Türkiye nasıl bir ülkedir? Kaçıncı dünyaya düşer Türkiye?
Yurdu boydan boya kat ettiği ile övünülen duble yollarıyla, dünyanın en büyük 16. ekonomisi olmasıyla, Yunanistan’ı “Borç dilenen ülke” diye hor gören utkulu başbakanıyla, süper projeleriyle, Türkiye hangi dünyaya denk gelir?
On yılda, (2002-2011) on bin sekiz yüz dört (sayıyla 10.804) işçinin kazalarda öldüğü bir ülkenin TBMM’sinde, İş Güvenliği Yasa Tasarısı görüşüldüğü esnada vekillerin salonda olmadığı, yine aynı esnada Meclis’in su kanalı için çalışan bir işçinin kazada öldüğü bir ülkeyi hangi dünyaya yerleştirirdiniz?
Bir yıl evvel Şanlıurfa Barosu bir rapor yayımlamış. Adalet Bakanı Sadullah Ergin’in kenti ziyareti nedeniyle, dikkat çekmek için yapılmış bu açıklama, tam bir yıl önce...
Şöyle tesbitler var o raporda, özetle:
“Adalet Bakanımız gelmişken neden cezaevi sorunumuz da hâlledilmesin? Şanlıurfa’da gölgede 43-45 dereceleri bulan hava sıcaklığı cezaevinde kapalı ortamda 10 kişi yerine 30 kişinin oluşturduğu ısı ve klima kullanımının da yasak olması odalarda bunaltıcı bir ortam yaratıyor. Hukuksal bir nitelendirme yapılacak olursa, bu insanlık dışı veya onur kırıcı bir durum.
Şanlıurfa Barosu’nun; Cezaevi, Çocuk Hakları, Kadın Hakları ve İnsan Hakları Komisyonları ile Cezaevi İzleme Kurulu’ndaki baromuz temsilcisinin yapmış olduğu görüşme ve tesbitler Cumhuriyet Başsavcılığı ve Adalet Bakanlığı’na sunulmuştur. Yapılan tesbitlerde sözleşme hükümlerinin ihlal edildiği görülmüştür. Buna göre;
1) Şanlıurfa E Tipi Kapalı Cezaevi’nin konferans salonu gibi ortak alanlarının koğuş sistemi odalara çevrildiği, 2) Cezaevinin kapasitesinin 300 kişilik olduğu, 3) Cezaevinde kapasitesinin üç dört katı oranda yaklaşık 1000’i aşan insanın kaldığı, aşırı yoğunluğun dayanılmaz hâl aldığı, izdihama neden olduğu, 4) 10 kişilik koğuşlarda 30 tutuklu ve mahkûmun kaldığı, yerlerde dahi yatacak bir alanın kalmadığı, 5) Mahkûmların yerde yatmak için bile sıraya girdikleri, 6) Koğuşlarda bir tuvaletin bulunduğu ve suyun günde dört kez birer saat verildiği, 7) Her mahkûma sadece iki dakika ihtiyaç süresi düştüğü, 8) Bunun sonucu olarak başta sağlık ve güvenlik olmak üzere birçok sorunun da yaşanmaya başladığı, 9) Cezaevinde tek aile hekimin bulunduğu, yoğunluk nedeniyle hekimlik hizmetinin yetersiz kaldığı, 10) Yakın tarihte çocuk koğuşlarından birinde kalan çocukların olumsuz koşullara tepki olarak bir günlük açlık grevi yaptıkları...”
Baro bu açıklamayı 13 kişinin ölmesinden sonra tek kelimesine dokunmadan tekrar kamuoyuna duyurdu. Şimdi siz de okumuş oldunuz.
Taraf olarak biz de aynı cezaevi hakkında geniş bir haber yapmıştık. Dün gördük ki, bizim haberimizden sonra durum daha da kötüleşmiş.
Soruyorum, oradaki bu durum çok önceden bilindiği halde, bu felaket nasıl öngörülemez, nasıl önlenemez? Veya, bir felaket öngörülmemiş olsa dahi, bu insanların o cehennemde yaşamasına nasıl göz yumulur?
Türkiye 120 bin tutuklu ve mahkûmu yaşatamayacak bir ülke midir?
İmkân olarak değil belki, ama belli ki zihniyet olarak Türkiye büyük değil, cüce bir ülkedir. Karadeniz’i Marmara ile süper bir kanalla birleştirmeyi, Sulukule’ye zevksiz konaklar inşa etmek için el koymayı, Çamlıca’ya nam olsun diye dev cami yapmayı tasarlayabilir, ama 120 bin kişiye, hakkını hukukunu geçtim, yatacak bir yatak, bir tuvalet sağlamayı beceremez, felaketlerde ise imkânsızlıkların ardına sığınan cüce bir devlet olursunuz.
Beş mahkûmu, arızalı araçla bin kilometrelik yola çıkarır, yolda onları yakar, ama Adalet Bakanlığı’nı suçsuz bulur, hesabı üç ere kesersiniz. Onun da ne kadar ağır bir hesap olacağı bellidir.
İsterseniz dünyanın birinci büyük ekonomisi olun, isterseniz Ay’dan Dünya’ya asma köprü çekin, büyük ülke olamazsınız ama. Büyük ülke, insanlarını mutlu, özgür, güven ve refah içinde yaşadığı yere denir. Kafanızdaki büyük olma kriterlerini böyle değiştirirseniz, o hedefe ancak ulaşabilirsiniz.
İşçilerinizi naylon çadırlarda, mahkûmları nakil araçlarında ve cezaevlerinde yakarak değil.
Hormonlu bedenimizin başı sağolsun.
mesayan@markaresayan.com
TARAF