Yıldıray Oğur’un konuyla ilgili bugünkü Karar’da (5 Ağustos 2017) yayınlanan “Büyükada’da Aksayan Vapur Seferleri Üzerine” başlıklı yazısını ilginize sunuyoruz:
16 Temmuz 1993 günü öğle saatlerinde İstanbul semalarında dört pırpır uçağının sesi duyuldu. Gökyüzüne doğru bakan İstanbulluları büyük bir sürpriz bekliyordu. Birden alçaktan uçan uçaklardan bütün İstanbul’un üzerine bildiriler atılmaya başlandı. Tam bir milyon bildiri.
Sivas Katliamı’nın toplumu kutuplaştırdığı kötü zamanlardı. Altında DİSK’ten Mazlumder’e, Ahmet Altan’dan Ali Bulaç’a kadar farklı kesimlerden sivil toplum örgütleri ve aydınların imzası olan bildiride “BM barış gücü koruması altında yeşil hatlarla bölünmüş kentlerde yaşamak istemiyoruz. Dış düşman, dış tahrik mazeretinde kurtularak her türlü haksızlığa karşı çıkılmalı” deniyordu.
Bu sürpriz eylem kısa bir süre önce kurulan, Murat Belge, Halil Berktay, Adalet Ağaoğlu, Mehmet Ali Birand, Orhan Pamuk ve Mete Tunçay’ın da kurucuları arasında olduğu Helsinki Yurttaşlar Derneği’nin ilk en ses getiren eylemiydi. Derneğin adındaki Helsinki, 1975 yılında altında Türkiye’den de Başbakan Süleyman Demirel’in imzası olan Helsinki Nihai Senedi’nden geliyordu. Soğuk savaşın ortasında, ABD ve SSCB’nin de içinde olduğu 36 ülkenin imzaladığı bu senedle devletler artık insan hakları ihlallerinin kendi iç meseleleri olmadığını kabul etmişlerdi.
Bu imza, uzun yıllar kötü insan hakları karnesi yüzünden Türkiye’nin başını çok ağırttı. Ama Geceyarısı Ekspresi filmlerinden, 90’lar karanlığından 2004’e gelindiğinde artık devletin resmi politikası İşkenceye Sıfır Tolerans’dı. 2004 yılında Türkiye’nin insan haklarında değişen yüzünün sembolü Ankara’nın evsahipliği yaptığı uluslararası bir sempozyum olmuştu.
90 ülkeden 500’ü aşkın insan hakları aktivistinin katıldığı İnsan Haklarında Yeni Taktikler adlı sempozyumuna devlet sadece evsahipliği yapmıyordu, Türkiye’den Helsinki Yurttaşlar Derneği, ABD’den Center for Victims of Torture CVT (İşkence Mağdurları Merkezi)’nin organize ettiği sempozyumun ortaklarından biri de 1958 yılında kanunla kurulmuş Türkiye ve Ortadoğu Amme İdaresi Enstitüsü'süydü. (TODAİE)
Toplantının sponsorları da dört ülke hükümetiydi; ABD, İngiltere, Hollanda ve 300 bin dolar veren Türkiye Cumhuriyeti. 29 Eylül 2004 günü sempozyumunun açılışını Dışişleri Bakanı Abdullah Gül yaptı. Beş gün süren sempozyumda sivil itiaatsizlik alanında örnek gösterilen yaratıcı kampanyalardan biri Şanar Yurdatapan’ın Abdurrahman Dilipak’la birlikte yaptığı Düşünceye Özgürlük Girişimi’ydi. “Halkın katılımını sağlamak için kitlesel eylemler” başlığı altında örnek kampanya olarak ise 1997’deki “Sürekli Aydınlık için bir dakika karanlık” anlatılmıştı. (Kampanyanın Ak Parti’nin logosu ve ilk seçim sloganı Karanlığa kapalı, aydınlığa açık’a ilgam kaynağı olduğu söylenmişti)
Sempozyumun kapanış konuşması için kürsüye Başbakan Erdoğan çıktı. 90 ülkeden başkente gelmiş 500 sivil toplum aktivistine seslenen Başbakan “Özgürlük alanını daraltan bir güvenlik anlayışı uzun vadede güvenliğin altını oyan bir zemin üretir” dediğinde salondan büyük alkış aldı.
Türkiye Cunhuriyeti devletinin organizasyon ortağı ve finansörü olduğu sempozyumu hazırlayan çekirdek kadroda iki isim öne çıkıyordu. Helsinki Yurttaş Derneği’nden, sempozyumunun basın danışmanlığını yürüten Özlem Dalkıran ve İşkence Mağdurları Merkezi’nden, işkenceyle mücadelede teknolojik imkanların kullanılması konusunda yıllardır eğitimler veren İran asıllı İsveç vatandaşı Ali Gharavi.
https://bianet.org/bianet/insan-haklari/44040-insan-haklarinda-yeni-taktikler-sempozyumu
13 yıl sonra bu iki ismin yolu daha küçük bir organizasyon için yeniden kesişti. Ama bu kez onları kötü bir sürpriz bekliyordu. 7 Nisan 2017’de Antalya’da İnsan Hakları Ortak Platformu’nın her yıl iki kere düzenlediği istişare toplantılarından biri başlamıştı. Kısa adıyla İHOP (günlerdir gazetelerde yazıldığı gibi İYOP değil) Uluslararası Af Örgütü Türkiye Şubesi, Helsinki Yurttaşlar Derneği (Yurttaşlık Derneği), İnsan Hakları Derneği ve İnsan Hakları Gündem Derneği’nin oluşturduğu bir çatı platformdu. İnsan hakları alanında hükümetle de çok sayıda projeye, ortak işe imza atmış İHOP, son olarak üyelerinin sekizi Bakanlar Kurulu ve üçü Cumhurbaşkanı seçilen Türkiye İnsan Hakları Kurumu’nun yasasının Meclis’teki görüşmelerinde yer almıştı.
http://www.ihop.org.tr/wp-content/uploads/2017/01/komisyon_tutanaklari.pdf
İHOP’un OHAL döneminde yaptığı bu ilk yıllık toplantısından çıkan kararlardan biri insan hakları alanında çalışanlara yönelik bir dizi eğitim programının düzenlemesiydi. Bu eğitimler arasında resmi –özel bütün kuruluşların sık sık düzenlediği veri güvenliği eğitimi ve strese karşı koyma eğitimleri de vardı. Bu eğitimleri organize etme işini Yurttaşlık Derneği’nden Özlem Dalkıran üstlendi. Nisan ayının sonlarına doğru eğitim semineri için yazışmalar başladı. (Bu yazışmaların tamamı savcılığa sunuldu.
Dalkıran eğitim için 13 yıl önce Ankara’daki büyük seminerden beri irtibatta oldukları veri güvenliği konusunda uzman Ali Gharavi ve stresle baş etme ve veri güvenliği eğitimleri veren, Mozambik, Angola ve Filistin’de şiddet karşıtı eğitim ve kalkınma projelerinde yer almış Peter Steudtner’le irtibata geçti . Eğitim semineri için katılabilecek isimlerle kurulan email zincirinde Nisan ayından itibaren yer ve tarih belirlenmeye çalışıldı. Katılımcıların ağırlıklı olarak Ankara ya da İstanbul’da olması durumuna göre Ankara, Bolu seçenekleri üzerinde duruldu, otellerden fiyatlar alındı. Tarih için önce Haziran’ın başı kararlaştırıldı ama daha sonra bazı katılımcılar Ramazan dolayısıyla seminerin bayramdan sonraya bırakılmasını istediler.
Sonuç olarak Ramazan ve bayram sonrasında 2-7 Temmuz tarihlerinde karar kılındı. Mekan için alınan fiyatlardan da şartları uygun olan Büyükada’nın orta standartlardaki otellerinden Ascot seçildi. https://ascot.com.tr/tr/index.php
Seminere katılacak 10 kişinin yol ve otel masrafları için, 1968 yılından beri Hollanda merkezli olarak, kalkınma, kadın, demokrasi projelerine destek veren, Türkiye’de de 99 depremi sonrası ve son dönemde Suriyeli mültecilerle ilgili projelere destek vermiş 43 ülkede çalışan HİVOS’a başvuruldu.https://www.hivos.org/where-we-work
Ama çıkan bütçe çok yeterli değildi, ekstralar katılımcılara aitti, akşam yemekleri için de adadaki self servis bir lokanta ayarlanmıştı. Tam adı “Bilgi teknolojileri üzerine kapasite geliştirme” olan seminer için davet edilen çeşitli sivil toplum örgütlerinden isimlerden sekizine takvim uydu. Ve katılımcılar, “havuz ve deniz için de hazırlıklı gelin” yazışmalarıyla yarı tatil yarı eğitim için başlarına geleceklerden habersiz 2 Temmuz’da Büyükada’ya geldiler..
İlknur Üstün, Kadın Adayları Destekleme Derneği, Kadınlar Birliği, Başkent Kadın Platformu, KAMER ve Mor Çatı gibi büyük kadın örgütlerinin üyesi olduğu Kadın Koalisyonu’nun koordinatörü, kadınların siyasetteki temsili kampanyalarında öncü rol oynamış, neredeyse Meclis’teki AK Partili kadın milletvekillerinin de tanıdığı, yıllardır birlikte çalıştığı bir isimdi. Nalan Erkem, İzmir Barosu’nda işkence komitesinde çalışmış, 2003 yılında Buca Çocuk Cezaevi’nde çıkan isyanın işkence yüzünden çıktığını tespit ederek kamuoyuna açıklamış, bu yüzden yargılanmış, sonra beraat etmiş, 2008 yılında Atatürk’e hakaretten yargılanan Atilla Yayla’nın avukatlığını yapmış çok bilinen bir avukattı.
Veli Acu, BM Gıda Programı çalışanı, iki yıldır BM’nin Antep’te Suriyeli mültecilere yardım projelerinde çalışıyordu. İdil Eser, Colombia Üniversitesi’nde uluslarası ilişkiler masteri yapmış, Chicago Üniversitesi’nde Rus tarihi doktorası yaparken annesi rahatsızlanınca Türkiye’ye dönmüş, sivil toplum örgütlerinde çalışmış, çevirmenlik yapmıştı ve bir süredir de Uluslararası Af Örgütü’nün Türkiye temsilcisiydi.
Günal Kurşun, ceza hukukçusu doçenti ve İnsan Hakları Gündem Derneği başkanıydı. Bir öğretim üyesinin ihbarı üzerine (muhtemelen Today’s Zaman yazarı olduğu için) KHK’yla üniversiteden atılmıştı. Hakkında herhangi bir dava ya da soruşturma bulunmamaktaydı.
Nejat Taştan, 2011’den beri seçim gözlemciliği yapıp, raporlar yayınlayan Bağımsız Seçim İzleme Platformu’nun öncülerindendi, Eşit Haklar Derneği’nin koordinatörüydü. Şeyhmus Özbekli, Mazlumder’den ayrılıp Hak inisiyatifini kuran ekip içinde yer alan 1992 doğumlu Diyarbakır’da yaşayan bir avukattı. Özlem Dalkıran, Af Örgütü Türkiye’nin kurucularından, Hrant Dink Vakfı ve Helsinki Yurrtaşlar Derneği başta olmak üzere Türkiye sivil toplumunda çok tanınan bir isim ve profesyonel çevirmendi.
Seminerin ilk iki günü her şey gayet sıradandı. Daha sonra “çok gizli” “sır” diye anılacak toplantının katılımcılarından avukat Nalan Erkem, instagram hesabında otelden fotoğraflar bile paylaşmıştı. https://instagram.com/p/BWEr75PjcDU/
Seminerin üçüncü gününün başladığı 5 Temmuz sabah saatlerinde otelin havuza bakan toplantı salonunda yine biraya gelen katılımcılar bir anda neye uğradıklarını şaşırdılar. Bir anda içeriye polislerin girmişti. Buradaki ilginç detayı polisin arama/yakalama tutanağından okuyalım: “Otele baskın niteliğinde gidilerek otelin girişinin üst katında bulunan toplantı odasının önüne gidilmiş, kapının açık olduğu görülmüş, şahısların toplantı odasında oval bir şekilde oturdukları görülmüş”
“Kapının açık olduğu görülmüş” Yani haftalardır ajan toplantısı olarak bahsedilen toplantıyı yapanlar kapıyı bile kapatmaya gerek görmemişlerdi. Peki, bu ‘ajan toplantısı’nı kim basmıştı? Ülkedeki kontr-espiyonaj faaliyetlerinden sorumlu olan MİT? Bu suçlara bakan Anayasal Düzene Karşı Suçlar Bürosu’ndaki savcıların talimatıyla İstanbul Emniyeti’nin terörle mücadele ya da organize şube polisleri? Hiçbiri. Doğru cevap Adalar Başsavcılığı’nın talimatıyla Adalar polisi.
Yakalama kararında ajanlıktan, kaos planlarında bahsediliyor muydu? Hayır, savcıya göre bu “terör örgütüne üye olma soruşturması”ydı. Ama bunun hangi terör örgütü olduğu arama tutanağına yazılmamıştı. Peki bu kadar ciddi bir suçun (ajanlık, kaos planı yapma vb.) istihbaratı nereden gelmişti? MİT? Emniyet İstihbarat?, Genelkurmay İstihbarat? Hayır, toplantıda görevli tercümanlardan birinin ihbarıyla Adalar Savcısı harekete geçmişti.
Gizli tanık olan tercümanın neyi ihbar ettiğine de bakalım:
“...bazı konuşmalar duyduğunu, içeride buluna şahısların cep telefonlarını polislerin alacağından, bu telefonların içinde buluna bilgilerin nasıl saklanacağından..., şifrelemelerden bahsettikleri, içlerinden birinin derneklerindeki bilgisayarı polisin ele geçirmesi durumunda çoğu kişinin yanacağından bahsettiğini, içerideki kişilerin elektronik cihazların polisin eline geçmesinden çok endişe ettiklerini, bununla ilgili sorular sorduklarını , yabancı kişilerle Türkçe konuşan kişiler arasında bu tür konuşmalar geçmesinden dolayı durumu bildirme gereği duyduğunu”
İşte baskına sebep olan ihbar buydu.
Peki ajanların, terör örgütü üyelerinin kaos planları çıkarmak için adada yaptıkları bu gizli toplantıda tanımadıkları bir çevirmenin işi neydi?
Çoğu İngilizce bilen 8 katılımcı içinde, bir ya da iki katılımcı için çevirmenleri organizasyonu yapan Özlem Dalkıran, üyesi olduğu Çevbir’den (Çevirmenler Meslek Birliği) ayarlamıştı. İnternetten foruma yazmış, Çevbir’den de o beş günde müsait olan iki çevirmen profesyonel olarak Büyükada’ya gelmişti. (İhbarcı çevirmenin ulusalcı sloganlarla dolu Facebook hesabına bakmak bile o toplantıdakilerle başka dünyaların insanları olduğunu görmek için yeterli)
Bir ihbarla gözaltına alınan 10 isim iki gün boyunca Büyükada ve hemen karşı kıyıdaki mahalle karakollarında tutuldu. Terör örgütü üyeliği ya da casusluk söz konusuysa ya MİT’in devreye girmesi ya da hemen Anayasaya karşı suçlar bürosunun talimatıyla İstanbul Emniyetine götürülmeleri gerekliydi. Ama ortada somut bir delil yoktu. İşte bu sırada medya devreye girdi. İlk haberlere göre “Kılıçdaroğlu İstanbul’a yaklaşırken sinsi plan deşifre olmuştu”, Gözaltına alınanlar “yeni Gezi provokasyonuna” hazırlanıyordu. Bu konuyla ilgisinin ne olduğu bilinmeyen AK Parti Erzurum milletvekiline göre ise “Büyükada’daki ihanet buluşmasının arkasından CIA ve MI6 çıkmıştı.”
Kılıçdaroğlu’nun yürüyüşü olaysız bittikten sonra, gündeme uygun olarak Büyükada’yla ilgili haberler bu kez gözaltına alınanlardan birinin de Alman olmasından hareketle, Türkiye ile Almanya arasındaki meselelere paralel olarak Almanya’nın Türkiye’deki kaos planlarına doğru evrildi, CIA ve MI6 ajanları da BND ajanına dönüşüverdi. Ardından her haberde onlardan “Büyükada’da yakalanan casuslar diye bahsedilmeye başlandı. Halbuki bir ihbar üzerine harekete geçip, gözaltındaki isimlerin tutuklanmasını isteyen Büyükada savcısı bile bu kadar iddialı değildi. Tutuklama talebinde şöyle diyordu: “Şüphelilerle ilgili terörizmin finansmanı ve casusluk eylemleri yönünden ayrıca soruşturmaya devam edilmektedir.”
Yani Türkçesi şu ana kadar casusluk ya da terör bağlantısı bulamadım ama araştırıyorum. Peki, toplantıda “kaos planları”, “yeni Gezi çıkarmak”, “15 Temmuz benzeri işler yapmak” adına neler konuşulmuştu, hangi planların yapıldığı tespit edilmişti, bunu kanıtlayan eldeki deliller neydi? Gazete haberlerine göre “Büyükada’dakiler önlerine açılmış büyük bir Türkiye haritası üzerinde kaos planı yaparken” yakalanmışlardı. Gerçekten de polis toplantı odasını bastığında masanın üzerindeki bir A4 kağıt üzerine elle çizilmiş bir Türkiye haritası bulmuştu.
Bahsedilen harita buydu.
Haritanın hikayesini ise toplantıdaki diğer çevirmenin ifadesinden öğrenelim: “...Daha sonra medya çıkan haberlerde bir Türkiye haritası üzerinde bazı planlar yapıldığını okudum. O haritayı Alman vatandaşı olan eğitmen şahsın katılımcılardan hatırladığım kadarıyla son bir haftada ya da bir ay içinde sizi etkileyen önemli bir olayı resmedin demesi üzerine Özlem Dalkıran’ın çizdiğini hatırlıyorum. Daha sonra bu harita üzerinde herhangi bir konuşma geçmedi.”
Toplantı sırasında stresle baş etme eğitimi verilirken iki yıldır Suriyeli mültecilerle çalışan BM çalışanı Veli Acu, bir cinsel taciz hikayesi anlatmış, katılımcılar bu olaydan çok etkilenmiş ve bazıları ağlamıştı. Bunun üzerine eğitimi veren Peter Peter Steudtner, katılımcılardan kendilerini strese sokan şeyleri çizmelerini istenişti. Squash oynayan avukat İlknur Üstün, üzerine gelen toplar çizmiş, Diyarbakır’dan katılan avukat Şehmuz Özbekli, klastrofobik olduğu için asansör çizmiş, Özlem Dalkıran da Güneydoğu’da savaş, İstanbul ve Ege kıyılarında yapılaşma, Karadeniz’de Hes’ler gibi kendisini strese sokan sorunları bir Türkiye haritası üzerinde resmetmişti.
Herhalde savcı bu açıklamalardan tatmin olmuş olacak ki, tutuklama gerekçesinde masa üzerinde bulunan bir Türkiye haritasından hiç bahsetmedi. Harita boş çıkınca, bir çevirmenin ihbarı dışında toplantıda casusluk yapıldığı, kaos planlarının konuşulduğuyla ilgili elde delil kalmamıştı. Bu sefer, gözaltına alınanların bilgisayar ve telefonlarında yapılan incelemelerden suç delilleri çıkarılmaya başlandı. Emailleri, cep telefonlarındaki mesajlar ya da bilgisayarlarındaki dosyalardan çıkarılan bu delillerin, Büyükada’daki seminerle ilgisi yoktu, o seminerde üzerlerine konuşulmamış ya da kullanılmamıştı.
Savcının tutuklama gerekçesine göre seminerin eğitmenlerinden İran asıllı İsveç vatandaşı Ali Ghravi’nin tutuklanmasına sebep gösterilen tek delil de bir haritaydı. Harita “Ghravi’nin üst ve oteldeki eşya aramalarında elde edilen dijital materyallerin incelemelerinde” bulunmuştu. Savcının tarifiyle harita “Asya kıtasına ait olduğu detaylı bakıldığında Türkiye cumhuriyeti sınırlarında yer alan Güneydoğu Anadolu ve Doğu Anadolu bölgesinin etimolojik olarak ve ayrıca bir devlete ait topraklarmış gibi gösterilen” bir haritaydı.
Savcının dijital materyalleri arasında bulunduğunu söylediği harita, gazetelere “işte masadaki ihanet haritası” başlıklarıyla çıktı. Halbuki gazetelerde büyük boy basılan haritaya dikkatle bakıldığında, ülkelerin sınırlarının yerinde durduğu rahatlıkla görünebiliyordu.
Harita Türkiye hakkında değildi, bir Kürdistan haritası da değildi, haritadaki renkler devletleri değil, Asya’da konuşulan dilleri temsil ediyordu, hatta yakından bakınca dillerin adlarının da o renklerin üzerinde yazıldığı rahatça görülüyordu. (Kürtçe haritasında Kurmanci, Herki gibi Kürtçe’nin lehçeleri ve şivelerine bölündüğünü gösteren bir fotoğrafın altına gazetelerden biri şöyle yazdı: “Sözde Kürdistan haritasını bile gruplara bölmüşler”)
Ali Ghravi haritanın, İranlı bir İsveç vatandaşı olarak, İsveç’teki eğitim programlarında kullandığı ve Google’da benzerleri rahatlıkla bulunacak bir Asya dil haritasını olduğunu söylese de bilgisayarında bulunan bir jpeg dosyası yüzünden tutuklanmasına engel olamadı.
Avukat Nalan Erkem’in tutuklanma gerekçesindeki iki delilden biri de yine Büyükada’daki toplantıyla bir ilgisi olmayan “üst ve oteldeki eşya aramalarında elde edilen dijital materyallerin incelenmesinden elde edilen” bir belgeydi. Delillerden ilki diğer bazı sanıkların da tutuklanma gerekçesinde mevcuttu. FETÖ soruşturmasında tutuklanmış Bedriye İştar Tarhanlı’yla telefonda görüşmek. FETÖ’den tutuklanmış biriyle görüşme kaydının çıkması (zamanı/ içeriği belirsiz) nasıl tutuklanma gerekçesi olabiliyor sorusu bir tarafa, telefonda konuşmanın tutuklama gerekçesi olduğu kişi tahliye edilip tutuksuz yargılanmaktaydı. Ayrıca bahsedilen İştar Tarhanlı ya da bilinen adıyla İştar Gözüaydın, Nalan Erkem’in de üyesi olduğu Yurttaşlık Derneği’nin kurucularından biriydi, akademisyen olarak İzmir’deki bir FETÖ üniversitesinde çalıştığı için kısa bir süre tutuklu kalmış, sonra tahliye edilmişti. Ayrıca aynı dernek üyesi iki kişinin telefonda konuşması herhalde çok tuhaf değildi.
Avukat Erkem’in tutuklanmasına gerekçe gösterilen ikinci delili yine savcının tutuklanma gerekçesinde okuyalım: “Üst ve oteldeki eşya aramalarında elde edilen dijital materyallerin incelenmelerinde; Gizli-MİT (Özel KUVVETLER Komutanlığı’nın 12929.pdf isimli belgenin Başbakanlık Milli İstihbarat Teşkilatı Müsteşarlığının TBMM Meclis Araştırma Komisyonu’na sunmuş olduğu Gizli ibareli bir belge olduğu”
Bu delilin gazetelere nasıl çıktığını bakalım şimdi de; “Çantada MİT raporuyla dolaşıyor. Nalan Erkem’in üzerinden FETÖ’nün Seferberlik Tetkik Kurulu’nun basmasına ilişkin MİT tarafından hazırlanarak TBMM’ye gönderilen 2012 tarihli rapor çıktı”
Öncelikle belge pdf yani çantasında onunla dolaşması mümkün değil, bilgisayarında kayıtlı bir dosya bu. FETÖ’nün kozmik odayı basmasıyla ilgili bir rapor değil, çünkü 2012 tarihinde henüz FETÖ diye bir şey yokken, Alaaddin Kaya’nın da tanık olarak dinlendiği Meclis’te kurulan Darbeleri Araştırma Komisyonu’na MİT tarafından gönderilmiş bir belge. MİT bu belgeyi bir yere daha göndermişti; Malatya’daki Zirve Katliamı davasının mahkemesine.
http://www.aksam.com.tr/siyaset/zirveye-mit-bombasi-dustu/haber-174717.
Peki, Nalan Erkem’in bilgisayarında ne işi var? Çünkü Nalan Erkem, Zirve Katliamı davasındaki avukatlardan biriydi. Bu belge de dava dosyasındaki bir belgeydi. Ayrıca katılımcılardan birinin bilgisayarından çıkan bu belgenin Büyükada’daki toplantıyla herhangi bir ilgisi de bulunmuyordu. Ama bu açıklamaları makul gören mahkeme tarafından tahliye edilen Avukat Erkem, bir süre sonra tekrar tutuklandı.
Uluslararası Af Örgütü Türkiye temsilcisi İdil Eser’in tutuklanma gerekçesi de benzer. Toplantıyla hiçbir ilgisi olmayan, bilgisayar ya da telefonunda bulunanlar. İlk delil bilgisayarında bulunan “Semih ÖZAKÇA ve Nuriye GÜLMEN ile ilgili belgeler”. Bahsedilen belge, Eser’in Türkiye sorumlusu olduğu Af Örgütü’nün hem bu kişilerin serbest kalmasını isteyen hem de açlık grevlerini onaylamadıklarını söyleyen şu çağrısı.http://acileylem.org.tr/eylem/nuriyesemih
İkinci delil savcıya göre “darbe girişimi sonrasında insan haklarının ağır tehlike altında olduğu iddiası ile Türkiye’ye gaz ihracatının yapılmaması için Güney Kore Cumhuriyeti Ankara Büyükelçiliği’ne yazılmış belgeler.” Aslında belgelerin darbeyle ilgisi yok, çünkü 2014 tarihli, yine Af Örgütü’nün Gezi olayları sonrası Türkiye’ye biber gazı satan Kore’ye yönelik bir kampanyasına aitler.
Üçüncü delil; Af Örgütü Türkiye sorumlusu İdil Eser’in, bir süre önce bylock iddiasıyla tutuklanan Af Örgütü Yönetim Kurulu Başkanı ile telefon irtibatı. Yine bylockluyla konuşma suçu, aynı kurumda çalıştığı kişiyle üstelik.
Ve esas gazetelerin ilgisini çeken delil. Gazete haberinden okuyalım; “PKK’nın mesajı cebinde; İdil Eser’in telefon ve bilgisayarında örgüte üye olmak isteyen teröristin mesajları var.”
Savcıya göre bu bir mesaj değil, caps:
“..PKK/KCK terör örgütü üyesi olduğunu ve Murat Dicle isimli sahte hesabı kullandığını beyan eden şahsın, AF örgütünde çalıştığı değerlendirilen Fırat Doğan isimli şahsa “kendisinin Irak’ta uzun zamandır PKK üyesi ve gerilla doktoru olduğunu,AF örgütüne üye olmak istediğini,bunun kendileri için sorun olup olmayacağını sorduğu” şeklinde yazışmanın resim halinde bulunduğu,..”
Mesaj İdil Eser’e gelmemiş, Uluslararası Af Örgütü’nün Facebook sayfasına mesaj olarak yazılmış. Bahsedilen Fırat, bu mesajlara bakan Saf Örgütü çalışanı. Yaptığı gelen bu mesajın capsini İdil Eser’le paylaşmak. Bilgisayarından ya da telefonunda çıkan bu caps. Bu mesaja hiçbir cevap da yazılmamış. Ama İdil Eser de hiçbiri Büyükada toplantısıyla ilgili olmayan bu delillerle tutuklandı.
İnsan Hakları Gündem Derneği üyesi ve BM çalışanı Veli Acu’nun tutuklanma gerekçesinde deliler de bilgisayarında pdfleri çıkan Öcalan’a ait 3 kitap, yine 1982’de Diyarbakır Cezaevi’nde kendini yakan PKKlıların anlatıldığı Dörtlerin Gecesi kitabının pdfi, PKK’ya yakın bir gençlik örgütünden tutuklanmış bir kişiyle telefon teması ve bir bylockluyla telefon teması. Bu bylocuklu ilginç. Çünkü kendisi darbeye kadar Kalkınma Bakanlığı Avrupa Birliği Ekonomik ve Sosyal Uyum Dairesi Başkanı. Yani Antep’te BM Gıda programında çalışan Veli Acu’nun görüşmesinin değil, devlette bu kadar üst bir makamda olmasının tuhaf olduğu bir isim. Ama Veli Acu da Büyükada’yla hiçbir ilgisi olmayan bu delillerle tutuklandı.
Günal Kurşun, Büyükada toplantısının gazetelerde FETÖ’ye bağlanmasına neden olan kişi. Çünkü 2014-2016 yılları arasında Today’s Zaman’da yazmış (ki kimler yazmadı) bir ceza hukukçusu ve İnsan Hakları Gündem Derneği başkanı. İhbar sonucu KHK’yla Çukurova Üniversitesi’nden atılmış. Bunlar için tutuksuz yargılanıyor. Ama bu sicili Büyükada’da tutuklanması için gerekçe olmuş. Bir başka delilse “Bylock kullanıcısı olduğu bildirilen ama henüz hiçbir işlem yapılmamış olan A. Ç ile görüşme.” Yani hakkında tutuklama kararı olmayan Bylockluyla görüşmekten tutuklanmasını istemiş. Bulunan bylocklu da polis akademisinde bir konferans için giden Yrd. Doç. Kurşun’un irtibat kurduğu orda görevli bir polis. Yani yine tutuklanma gerekçesinde Büyükada ile ilgili hiçbir şey yok.
Yurttaşlık Derneği’nden, bu semineri organize eden Özlem Dalkıran’un tutuklanma gerekçesinde en azından Büyükada’daki seminerle ilgili bir şey bulmayı bekliyorsunuz. Ama yok. Tanıyanların iyi bir solcu ve ateist olduğuna hüsn-i şehadet edebilecekleri Dalkıran’ın evinden çıkarılan 1 dolar neyse ki tutuklanma gerekçesine konmamış. Aynı dernekte kurucu oldukları tutuksuz yargılanan İştar Gözüaydın’la telefon görüşmesi onun için de tutuklanma delili olmuş. Bir de gazetelerin haftalardır her olayı bağladıkları bir Word dökümanı. Belgeye geçmeden bu belgeyi haberlerden birinden okuyalım: “Uçurumdan döndük, al sana belge: Büyükada’daki kaos toplantısıyla ilgili korkunç belgelere ulaşıldı. Gözü dönmüş ajanların Türkiye’deki piyonlarını kullanarak yaptıkları alçak planlar deşifre oldu. Terör örgütlerinin CHP ve HDP tabanlarını kullanarak sokak darbesi yapmayı amaçladıkları ortaya çıktı.”
Merak etmiş olabilirsiniz. İşte o korkunç Word dökümanı da bu:
İstanbul Hayır Meclisleri Buluşması- Tartışmalar başlıklı bir belge. “Üç liralık bardak alıp kırıldı diye geri vermek” gibi eylemlerle Paşabahçe’yi bloke etmek gibi korkunç planlardan bahsedilen, “referandumda belliydi ama şimdi nereye varmak istediğimizi ortaklaşa tartışıp bir plana varmış değiliz” diyen Referandumda “hayır” için kurulmuş bir platforumun “peki şimdi ne yapacağız” diye özetlenecek kafası çok karışık toplantı notları. Özlem Dalkıran’ın dijital belgelerinde çıkmış bir Word dökümanı. Onun yazdığı bir belge bile değil, ona gelmiş bir email. Tarihi de Büyükada’dan çok öncesi. Peki, Büyükada’yla ne ilgisi var bunun? Birinin emailinden çıkmış, başka birilerinin yazdığı başka bir toplantının notları nasıl o kişinin Büyükada’da casusluk ve kaostan tutuklanmasına neden olabiliyor? Olabiliyor çünkü bu yüzden Özlem Dalkıran da tutuklandı.
Haklarında savcının tutuklama istediği ama mahkemenin insaf edip tutuklamadığı diğer iki isim insan hakları derneği yöneticisi Nejat Taştan ve Diyarbakırlı avukat Muhammed Şehmus Özbekli aleyhine tek delilse bir Bylockluyla telefon teması. Neyse ki bu büyük suçtan ikinci kez tutuklanma taleplerini de hakim reddetti ve onlar tutuksuz yargılanıyor.
Türkiye'nin en geniş kadın sivil toplum örgütleri platformu olan Kadın Koalisyonu'nun koordinatörü İlknur Üstün'ün tutuklama gerekçesinde ise hiçbiri yok. Tek delil, bilgisayarında bulunan, yine Büyükada'yla alakasız bir word dükümanı. Savcılığın tutuklama gerekçesinden okuyalım; "Büyükelçiliğiniziz desteğiyle gerçekleştirmekte olduğunuz" adlı bir word belgesinin yapılan incelemesinde; İlknur Üstün tarafından yazıldığı değerlendirilen yazıda ender equality, participation in policiy making and reporting projesi kapsamında çeşitli giderlerin oluştuğu, bu giderlerin büyükelçilik tarafından karşılanmasının istendiği"
Bu kadar. Adalet Bakanlığı, İçişleri Bakanlığı da dahil olmak üzere devletin AB ve elçilik fonlarıyla gerçekleştirdiği projeler gibi İlknur Üstün'ün koordinatörü olduğu Kadın Koalisyonu'nun yürüttüğü ve İngiltere Elçiliği'nin destek verdiği, Maliye Bakanlığı'na vergileri ödenen bir proje bu. Projenin Türkçe adı; Cinsiyet Eşitliği, Politika Yapımına Katılım ve Raporlama. İlknur Üstün'e Büyükada'daki toplantı ya da başka hiçbir konuda soru sorulmamış. Sadece bu izinli, vergileri ödenen, resmi kurumların da sık sık yaptığı projeyle ilgili bir word dosyası nedeniyle hakkında tutuklama kararı verilmiş.
Gelelim, en meşhur, uluslararası krize neden olan sanığa; Alman Peter Steudtner. Türkiye’de Türklere veri güvenliği konusunda bir Alman’ın eğitim vermesine ajanlık demek için delile pek ihtiyaç yok. Tuhaf bir ajan olmalı bu. Çünkü iki çocuğu ve eşiyle Berlin’de yaşayan Steudtner en son Şubat ayında Almanya’da 47 yıllık bir vakıf olan Kurve Wustrow’un düzenlediği seminerler kapsamında aynı veri güvenliği eğitimini vermiş. Hatta bu seminere katılım için kurumlar 1500 euro, kişiler 1000 Euro ödemişler
Kendi ülkesinde de kaos çıkarmaya çalışan bir Alman ajanı olmalı. Ajan olduğunu söyleyen gazetelerde haberlerde tahta başında bu eğitimi verdiği fotoğraflarının çıkmasından da kimse şüphelenmemiş olabilir. Genelde ajanlar ajanlık yaparken fotoğraf çektirmezler.
Ama galiba beceriksiz bir ajan bu. Çünkü aleyhine en büyük itirafı bizzat kendisi yapmış. “Alman Konsolosluğu’nun Türkiye’de başlatılacak ayaklanmanın hazırlığını safha safha izlediği ortaya çıktı.” “Casuslara Alman çipi” manşetleriyle verilen ifadesinde Steudtner savcıya “Nerede kalacağıma kadar Alman elçiliğinin bilgisi vardır. Elephant isimli program sayesinde takip ediliyoruz” demişti.
Bir ajanın Alman elçiliğiyle ilişkisini kendi kendine itiraf etmesine şaşırmayanların Elephant’ı telefonlara yerleştirilen bir çip zannetmesi tuhaf değil. Halbuki elephant yurtdışına seyahat eden milyonlarca Alman’ın, gittikleri yer hakkında, başlarına kötü bir şey geldiğinde yardım edilebilmesi amacıyla Alman hükümetini bilgilendirmek için isterlerse doldurdukları internet üzerindeki bir bilgilendirme formundan başka bir şey değildi. Bu da linki; elefand.diplo.de
Büyükada’da da Ramazan için ertelenen, havuz var mayolarınızla gelin diye gidilen, kapısı açık odada, profesyonel çevirmenlerle yapılan sıradan bir eğitim semineri bir ayda uluslararası bir krize döndürüldü. Darbenin yıldönümünde Temmuz ayında darbe sırasında adı başka bir toplantıyla anılmış Büyükada’da, genel olarak yabancılara, sivil toplum çalışmalarına güvensizliğin olduğu bir ortamda, devletin hak ihlallerine karşı çalışan insan hakları aktivistlerinin verilerini saklama konusunda yaptıkları konuşmalardan ideolojik olarak hassas bir çevirmen diyelim şüphelendi ve bunu ihbar etti.
Ama tanınmış avukatlar, içeride ve dışarıda iyi bilinen sivil toplumcular, BM çalışanlarının olduğu bir 10 kişilik bir seminerde, çoğu 50 yaş üstü kadınlar, avukatlardan oluşan, az sayıdaki profesyonel çalışanları dışında toplumsal bir tabanları olmayan insan hakları örgütlerinin temsileriyle yeni bir Gezi, kaos planı çıkarılamayacağını, bunu El Salvador istihbarının bile denemeyeceğini tahmin etmek zor olmasa gerekti.
Bu seminerdeki insanların ve kurumların fikirlerine, insan haklarından anladıkları şeye katılmayabilirsiniz. Şahsen pek çok açıdan ben katılmıyorum ve bununla ilgili yazılar yazdım. Ama sadece fikirlerini, duruşlarını beğenmiyorsunuz diye insanları bu delillerle casus, terörist ilan edip hapse atamazsınız.
Almanya’nın darbe ve terör konusundaki tutumlarını eleştirirken Türkiye yüzde yüz haklı. “Darbeyi Gülenciler yapmadı” diyen Alman istihbaratı, Türkiye’deki insanları ölümle tehdit eden gazetelerin orada yayınlanmasına izin veren Alman hükümetiyle hesaplaşmak hükümetin hakkı ve görevi. Ama bunu kendi vatandaşları ve suç işlememiş yabancılar üzerinden yapmak büyük bir adaletsizlik olduğu gibi vatanseverlik de değil, tersine vatanını zor durumda bırakmak.
Türkiye, güvenlik bürokrasinin köpürttüğü kaos, suikast planlarıyla yapılan operasyonların bedelini ağır ödedi.
Bu bedel bir kere daha hem Türkiye hem de yine temelsiz delillerle hapse atılan insanlara ödetilmemeli. O bedeli ödeyenlerden biri olan İdil Eser, OHAL nedeniyle sadece birinci derecede yakınlarıyla görüşmesine izin verildiği için hapishanede kimseyle görüşemiyor. Çünkü hayatta olan birinci derece yakını yok.
Büyükada, sadece onların değil, bir ülkenin kendi kendisine nasıl gol attığının da trajik hikayesi olarak hatırlanacak. Hâlbuki Büyükada deyince aklımıza gelecek tek olumsuz haber, fırtınadan dolayı aksayan vapur seferleri olarak kalmalıydı.