Türkçe bilmeyen Türkçü

Ahmet Altan

Sizce Türkiye’de en tehlikeli şey nedir?
Bu sorunun cevabı, soruyu kime sorduğunuza göre değişir.
“Bölücülük” diyen de olur, “şeriat” diyen de, “işsizlik” diyen de olur, “terör” diyen de olur...
Bana sorarsanız, bu ülke için en tehlikeli şey “saçmalığın sıradanlaşmasıdır” derim.
Ölüme, kıyıma, savaşa dönüşebilen bir saçmalıklar zinciri, bu ülkede gayet normal karşılanıyor.
Bu saçmalıklara “öfkelendiğimizde” bile aslında bunları normalleştirmiş oluyoruz bence.
Bugünkü manşetimizde yargıçlık yapan birinin, Zihni Çakır’ın kitabı hakkında verdiği kararın gerekçesini okuyacaksınız.
Türk devletine ve hukuk sistemine nasıl bir “kafa yapısının” egemen olduğunu anlayabilmek için bu kararı sonuna kadar okuyun.
Ben hayatımda bu kadar saçma sapan bir şey okuduğumu hatırlamıyorum.
Ama Türkiye bu saçmalığı normal karşılıyor.
Böyle bir insanı yargıç koltuğuna oturtuyor.
Ondan adalet bekliyor.
Zihni Çakır, Kazım Karabekir’in Ermeni çocuklarını askerî mekteplere gönderttiğini, onlara Türk isimleri takıldığını, 27 Mayıs ihtilalini yapan subayların aynı döneme denk düşenler olduğunu yazmış.
Karabekir’in Ermeni çocukları askerî okula gönderttiği hatta o çocukların subay olduktan sonra Karabekir’in yargılandığı mahkemeyi bastığı söylenir.
27 Mayısçıların o “çocuklar” olduğunu ilk defa duyuyorum ama bana zaman olarak pek mümkün gözükmüyor.
Ama bence önemli olan yargıcın bu konudaki yorumu.
“Bunun büyük bir iftira olduğunu, Karabekir’in askerî okula gönderdiklerinin hepsinin şehit çocuğu olduğunu” söylüyor.
Buradaki ilginç sözcük, “iftira” sözcüğü.
Bir komutanın Ermeni çocuklarına yeni bir hayatın kapısını açmak için onları askerî okula gönderdiğini söylemek neden “iftira” olsun?
Çok mu kötü bir şey bu?
Ermeni çocukları bu ülkenin vatandaşları değil mi?
Bu nasıl bir ırkçılık?
Adalet dağıtacak birinin, bu ülkenin Ermeni vatandaşlarına nasıl baktığını gösteren korkunç bir cümle bana sorarsanız.
Bu yargıç, belli ki sadece Türk kökenli Müslümanları “vatandaş” sayıyor.
Ama saçmalık burada bitmiyor.
Bu daha başlangıç.
Susurluk sanıklarının, ASALA militanlarını vurmak için yurtdışına gönderilmesini destekleyen yargıç, karar gerekçesinde şöyle diyor:
“Sanık yazar bu metinde dışarıda Türk diplomatlarını vuran çeşitli çevrelerden himaye gören katillere sanki devletimizin posta memuru ile tebligat çıkartarak bu faaliyetleri önleme yoluna gitmesi gerektiği gibi bir düşünce ortaya koymaktadır.”
ASALA militanlarını vurmak için dışarı gönderilenler cinayetten suçlu kaçaklardı.
Bir istihbarat örgütünün öyle birilerini kullanmak için bir gerekçesi olabilir belki ama bir “yargıç”, hukuk dışı bir davranışı, kaçak katillerin devlet tarafından kullanılmasını nasıl böyle onaylar?
Devletin “kirli işlerini” yapan birimlerle hukukçular aynı “zihniyette” olursa, bu ülkenin sorunları nasıl adaletle çözümlenebilir?
Yargıçlar da “kontrgerilla” zihniyetini adalete yansıtırlarsa, adalet var olabilir mi?
Devletin tümden “kontrgerillalaşmasının” önünde bir engel kalır mı?
Ardından, yargıç “Ergenekon” konusuna geliyor.
Aynen alıyorum, bu Türkçü yargıcın Türkçeyi nasıl yazdığını da görün.
Türkçeyi böyle katleden, kendi anadiline böyle kötü davranan biri kendini “vatansever” olarak görüyor büyük bir ihtimalle.
Türkçe yazmayı beceremeyen Türkçü yargıç şöyle diyor:
“Kitap içerisinde sık sık Ergenekon kelimesi kavramı geçmektedir. Nihat Sami Banarlı’nın Türk Edebiyatı tarihi kitabında Ergenekon’un milli bir Türk destanı olduğu Türk milletinin zorlukları yenmesini aynı kökten geldiğini gösteren birleştirici özelliği olduğu, pek çok Türk ülkesinde bir bayram olarak kutlandığı, nice Türk milletinin direniş ve ruh yapısını simgeleyen bir destan olduğu, bu destanın dünyada Türk devletlerinin kurulduğu Hindistan, Pakistan gibi ülkelerde aslen Türk olduğunu fakat Türkçe konuşmamakla beraber kendisini Türk hisseden insan toplulukları dışında 260 milyon Türkçe konuşan Büyük Türk Milletinin bilincinde yer alan bir destandır. Mustafa Kemal gibi birleştirici bir lideri ve Ergenekon gibi eski bir destanı olmayan Arap yarımadasında pek çok ufak devletçiğin yer alması milli destanların var olan potansiyeli milli bir güce ulaştırdığının açık kanıtıdır.”

Siz hayatınızda böyle bir şey okudunuz mu?
Bu deli saçması yazı, bir mahkeme kararı.
Türk adalet sisteminin bir parçası.
Yazının karman çormanlığını da bir kenara koyun, Türkçe bilmeyen birinin nasıl yargıç olduğunu da sormayın ama Hindistan’ın Türk olduğu, “Türkçe konuşamamakla beraber kendini Türk hissettiği” nereden çıktı?
Hangi ciddi insan, “Hintliler kendilerini Türk hissediyor” diye yazabilir?
Hangi ciddi insan, Hindistan ve Pakistan gibi ülkelerin aslen Türk olduğunu iddia edebilir?
Hangi ülke böyle bir saçmalama özgürlüğünü yargıçlarına bağışlayabilir?
Saçmalamaya böylesine eğilimli birinin verdiği ve vereceği kararlarla insanların hayatları, gelecekleri belirleniyor.
Biz bu saçmalıkları “normal” karşılıyoruz.
Bence en büyük tehlike bu işte.
Saçmalığı, hayatın ve adaletin “doğal” parçası haline getirmek.
Saçmalığın sıradanlaştığı, adaletin saçmalaştığı bir ülkede yaşamak.
Ve, bundan dehşete düşmemek.

TARAF