Önceki gün, bayram havasında, şenlik kıvamında kutlanan 1 Mayıs gösterilerini izlerken; Marx'ın işçi sınıfıyla burjuvalar arasındaki çatışmadan ivme alan tezi nerede, Türkiye'de burjuvanın en tanıdık adresi olan TÜSİAD'ın bir açıklamayla katıldığı bu esenlik, dostluk, kardeşlik görüntüleri nerede diye düşündüm.
Oysa biz, 1 Mayıs'ı işçi sınıfının kapitalizme itiraz günü olarak bilirdik.
Burjuvayla çatışmadan beslenmeyen bir işçi hareketi ise, düşünülemezdi.
Marx, tıpkı kendisi göçüp gittikten sonra, çatışmayı dengeleyici bir işlev görecek olan sendikaların ortaya çıkacağını, bu sendikaların işçi sınıfıyla burjuva arasındaki çatışmayı dengeleyen bir hava yastığı işlevi göreceğini ve bu hava yastığının "yatıştırıcı" niteliği olacağını kestiremediği gibi, herhalde işçilerin devriminden sözederken kastettiği de, 1 Mayıs'ın "işçi-burjuva elele, kardeş kardeş Taksim'e" şeklinde kutlanması değildi.
Dahrendorf haklıymış, Parsons Amerikan toplumunun (aslında kapitalist toplumun) yapısını açıklarken çatışmanın olmadığı bir sistem ortaya sürerken ne kadar eksik kalmışsa, Marx da o kadar eksikmiş, yani çatışma yeri geldiğinde "düzenleyici", "gaz alıcı" bir takım kurumlar ortaya çıkarabilirmiş. Taksim'de hayat bayram olabilirmiş.
İşin teorisi böyle ama bundan şikayetçi olacak kimse var mıdır bilmem, hakikaten son iki yıldır Taksim'de kutlanan 1 Mayıs İşçi Bayramı'nın; kanlı, sopalı, yakıp yıkmalı, kırıp dökmeli görüntüler oluşturmaması, bu ülkede huzur ve barış isteyen herkes için ortak kazanım olarak addedilmesi gerekir.
Siyasi iradenin, kan dökülme ihtimalinin ve şiddet olaylarının ortaya çıkabilecek olması gibi "sahih" gibi gözüken gerekçelerle bile böylesi geniş bir toplumsal talebi engellemesinin ardındaki endişe geçmiş yıllar için geçerli olsa da, artık geçerli değilmiş.
Demek ki, devlet "solculuktan bu kadar korkmasa" Cumhuriyet tarihi boyunca 1 Mayıs kansız, olaysız, çatışmasız ve şiddetsiz kutlanabilirmiş.
Oysa bu ülkede, 1909 yılından bugüne dek gelen 102 yıllık süreçte 1 Mayıs sadece 17 kez kutlanabilmiş.
Öncelikle şunu ifade etmek gerekiyor; Marx'ın İngiltere'de gerçekleşmesini istediği ama beklentisinin aksine Rusya'da filiz veren sosyalist devrimin, o günden bugüne pek çok örnekte başarısızlığa uğraması, Marx'ın teorisini "insanlık için en iyi olan yönetim biçimi" olarak tanımlamamızın önüne geçiyor.
Ancak bu böyle diye çalışan sınıflar arasındaki eşitlik hakkı, işçinin emeğinin karşılığını hak ettiği zaman ve miktarda alamaması gündemimizden çıkacak değil. Buna "işçinin hakkını, teri kurumadan ödeyin" diyen, gayet ciddi, tutarlı ve ahlak ölçütlü bir adalet mekanizması olan İslam dininin de özel hassasiyet gösterdiği gün gibi ortada.
Nitekim, tam da bu nedenle bendeniz için 1 Mayıs'ta Taksim'de toplanan kalabalıklar arasında "prangalı işçi" afişiyle, "hadis-i şerif"in yazılı olduğu dövizin bir arada görülmesi çok da şaşırtıcı olmadı.
Şaşırtıcı olan, Türkiye'deki Marxizm, sosyalizm ve eşitlik isteyen kitlelerin dine karşı mesafeli tutumunun, Cumhuriyet'in İzmir İktisat Kongresi'yle başlayan, Atatürk'ün Sovyetler Birliği'ne yönelik negatif politikalarıyla devam eden ve O'nun takipçileri tarafından bugüne dek getirilen o bakış açısına, tek bir kez gösterilmemiş oluşu.
Onu bırakın, Türkiye'de yaşayan ve kendine sosyalist diyen kesimlerin önemli bir kısmının, kendine has bir devletçilik algısı olan ama bu devletçiliğin asla sosyalizmle bir ilgisi olmadığı bilinen 'Kemalizm'le elele, kolkola yürümedeki iştiyakları daha da şaşırtıcı.
Cumhuriyet'in "imtiyazsız-sınıfsız-kaynaşmış bir kitle" şeklinde özetlenen toplum tasavvurunun altında olan şey, işçi sınıfının talep ettiği "eşitlik" algısı değil çünkü. O cümleyle kastedilen, ulus devlet modelinin öngördüğü, etnik, dini, cinsi her türlü farklıllığın Türklük potasında eritildiği, ceberut bir talep.
Dolayısıyla Marxist ya da sosyalist teorinin takipçilerinin din düşmanlığını bir yere kadar anlıyorum, Marx "din afyondur" savsözüyle takipçilerinin sıratı müstakimini belirlemiş nihayetinde.
Ama aynı takipçilerin "Kemalizm"e olan derin aşklarını anlamak kolayca başarılabilecek türden bir savrulma değil.
Çünkü, 1923'te 1 Mayıs'ı İşçi Bayramı olarak kanunen kabul eden Kemalist rejim, bundan tam bir yıl sonra 1 Mayıs kutlamalarını yasakladı.
1925 Takrir-i Sükun Kanunu'ndan sonra, kutlamalar daha da zorlaştı.
1 Mayıs bildirileri dağıtan işçiler tutuklandı, hapis cezasına çarptırıldı. 1926'dan sonra da 1 Mayıs'lar çok gizli biçimde kutlanmaya başladı.
Öyle Taksim'e çıkıp ortalığı savaş alanına çevirmenin bile lüks olduğu yıllar yaşadı Türkiye yani. İşçi hareketi adından sözettirmeye, sendikalar kurulmaya ise, 1960'tan sonra başlandı. Sağ iktidarlar döneminde yani.
Sonuç ortada, 102 yılda toplam 17 tanecik 1 Mayıs kutlaması, bunların ikisi son iki yılda gerçekleştirildi üstelik.
Sanırım Stockholm Sendromu sadece Aleviler'i vurmadı.
YENİ ŞAFAK