Türk modernleşmesini tezkire ile hatırlamak

İşin özünde aslında İslam’ın haram kılmak değil, insanların birbirleri üzerine otorite kurmak üzere yasakladıklarını çözmek üzere gelmiş olması yatıyor.

Yasin Aktay, Yeni Şafak gazetesindeki yazısında Tezkire dergisinin 78. sayısında yayınlanan “Doğu ve Batı Arasında Türk Modernleşmesi” dosyasını değerlendiriyor:

Türkiye’nin siyasal beden bütünlüğü arayışı aslına bakarsanız ne bugün başlamış birşeydir ne de tarih boyunca sorunsuz yaşandığı herhangi bir dönem olmuştur. Her dönem belli süreçlerden, vetirelerden geçip tarihsel olarak her dönem farklı şekillerde teşekkül etmiştir. İnsanların kendilerini nasıl bir toplumsal ve siyasal beden bütünlüğü içinde tasavvur ettikleri, beraber yaşadıkları insanlarla nasıl bir velayet ilişkisi içinde olduklarını da gösterir.

Medine’de Müslümanların hicretiyle birlikte Yesrib şehrinin toplumsal bünyesine dahil olan insanlar oraya Evs ve Hazreç kabilelerinin açtığı kapıdan buyur edilerek bir kardeşlik toplumu tesis ettiler. Ancak orada Yahudiler de vardı ve onlar da Yesrib’i beraber paylaştıkları Evs ve Hazreç’in kararına uyarak Peygamber liderliğindeki muhacirlerle yeni bir toplum oluşturmayı kabul ettiler.

Oluşan toplum insanlık tarihinin en erken anayasa metinlerinden sayılabilecek bir sözleşme ürettiler. Bu sözleşmede Kureyşli Müslümanlar, Evs, Hazreç ve Yesrib’deki Yahudi kabileler hep birlikte bir “ümmet” oluşturacaklardı. Medine’ye yönelik herhangi bir saldırıyı hep birlikte üstleneceklerdi. Bu sözleşmede “ümmet” kavramının sadece Müslümanları kapsamadığı bir vatandaşlık bağını tanımlıyor olduğu dikkat çekicidir. Ancak bu vatandaşlık bağlarını Yahudilerin savaş esnasındaki tutumu zamanla çözecek ve onlarla yollar ayrılacaktı. Bu tarihsel bir zorunluluk değildi elbette, Yahudiler sözleşmelerine bağlı kalmış olsalar o bünye o şekilde işlemeye devam edebilirdi de.

Osmanlı’nın altı yüzyıl süren hükmü bu ümmet tanımının toplumsal farklılıklardan oluşan bir beden bütünlüğünü sağlamadaki başarısını gösterir. Bu esnada Osmanlının ortaya koyduğu bütün siyasi, toplumsal modellerin her türlü toplumsal ve tarihsel etkileşimden münezzeh ve özgün modeller olduğunu kimse söyleyemez. Osmanlı’nın ve aslında bütün İslam ülkelerinin en büyük başarısı dışarıdan öğrenmeye, almaya, iktibas etmeye ve kendi ruhlarını katarak geliştirmeye çok açık olmalarıdır. Marshall Hodgson’ın genel olarak İslam medeniyetinde çarpıcı olarak gördüğü bir özelliktir bu. Burada Kiliseler ve Havralar bile İslam medeniyetinin genel konfigürasyonu içinde, anlamlı bir bütünlüğün bir parçası haline gelirler ve herkes kendini bu bütünlüğe ait hisseder.

Yeni fikirleri, kurumları ve insanları alıp oradan yeni sentezlere ulaşmak, melez kültürler üretmek İslam medeniyetinin rutinlerindendir. İşin özünde aslında İslam’ın haram kılmak değil, insanların birbirleri üzerine otorite kurmak üzere yasakladıklarını çözmek üzere gelmiş olması yatıyor. Eşyanın aslında ibahat, insan davranışının özünde özgürlük vardır ve insan aklının veya gelişiminin ürettiği her şeye peşin peşin ve hangi ölçülere dayandığı belli olmayan yargılarla haram, yasak, kötü yaftalamalarıyla engellemek insanlığın önünü tıkar.

Osmanlı’nın son iki yüz yılda şu veya bu süreçler ve nedenlerle Batı’ya kaptırdığı bilimsel ve teknolojik üstünlük çağında da bu öğrenme-alma süreçlerini hiçbir komplekse kapılmadan devam ettirdiğini söyleyebiliriz. Batı’da yeni keşifler yapılmış, bilimde ve teknolojide ilerlemeler kaydedilmiştir. Bunların en doğal yollarla alınıp iktibas edilmesi devlet eliyle olmuştur. Bizzat devletin Batı’ya bu iktibası gerçekleştirmek üzere gönderdiği öğrenciler,

Yorum Analiz Haberleri

İnsan ve psikoloji
Geçmişten ders çıkarmadan bugünü kurtaramayız
İsrail zulmü anlatılırken farkında olmadan Siyonist propagandaya hizmet mi ediliyor?
Siyonistlerin dokunulmazlık zırhı kırılıyor
İrticai anaokullarından CHP’li kreşlere…