En büyük sorun, söz konusu forumda Ahmet Yıldız’ın ortaya koyduğu gibi, seküler temelli Türk ve Kürt ulus formlarının, Müslümanlarca üst kimlik olarak değerlendirilmeyen kavim, halk/şa’b veya aşiretler/kabâil gibi doğal/kevni olan oluşumlarla karıştırılmasıdır.
1980’e varırken Tevhidi uyanış süreci, muharref gelenekten kopmak kadar bu Türkçü ve modernist kimlik kirliliklerinden arınmanın da istikameti oldu. Ama Temmuz 2010’un son günlerinde Özgür-Der Diyarbakır Şubesi’nin gerçekleştirdiği ve 30 tebliğcinin katıldığı Kürt Formu’nda da gördük ki Müslümanların elbiselerine sadece Türk milliyetçiliği kiri değil, Kürt milliyetçiliği kiri de bulaşmış. İslamcı olduğu halde Türk milliyetçiliği konusunda Milli Görüş, BBP, MHP hatta MHP içindeki Atsız çizgisinin etkisinden kurtulamayanların olduğunu biliyorduk. Ama gördük ki Kürt kimliğini kavim, şa’b olarak değil, ulus/‘millet’ olarak algılama yanlışında bulunan Müslüman Kürtler arasında da Türkçü söylemden etkilenenler gibi Kürtçü söylemden etkilenenler de bulunuyor. Gerek kavram, gerek ezberlenen söylemler ve duygu olarak farklı tonlarda Kürtlükle ilgili ulusalcı kirlilik ve saplantıların izdüşümleri, bir Milli Görüş, BBP, MHP ve hatta MHP içindeki Atsız çizgisinden etkilenen Müslümanlar gibi, maalesef ki İslamcı gelenekten gelen Kürtler arasında da mevcut.
En büyük sorun, söz konusu forumda Ahmet Yıldız’ın ortaya koyduğu gibi, seküler temelli Türk ve Kürt ulus formlarının, Müslümanlarca üst kimlik olarak değerlendirilmeyen kavim, halk/şa’b veya aşiretler/kabâil gibi doğal/kevni olan oluşumlarla karıştırılmasıdır. Dolayısıyla tarihi sürecimiz ve sosyal gerçekliğimizle ilgili Kur’ani kavramları doğru kullanma yetersizliği yanında Batılı paradigma konusunda bilgi yetersizliği de doğru diyalog yolunda oluşan en önemli ‘akabe’leri üretmektedir. Kavramsal olarak “Kürt Milleti” de “Türk Milleti” de kurgusaldır. Sonradan seküler zeminde üretilmiş veya üretilmeye çalışılmıştır. Batı’nın tarihi gelişim şartlarına ilerlemeci bir mantıkla ayak uydurmaya çalışan sanal oluşumlardır.
Kürt Forumu’nda birçok tebliğci, Müslümanlara sınırları ve statüsü dayatılan Türkiye’de, Kürt kavminden olmayanları Türk veya Türk milletinden olarak tanımladı. Bu tasnif ve niteleme yanlıştır. Bu yanlışlık ‘Kemalist Türkçü ideoloji’nin ekmeğine yağ sürer. Bilad-ı Rum’a bin yıl önce göç eden Oğuz kavmi kimliği vardır. Türkçe anadil gurubuna göre konuşan Kazanlar, Kırgızlar, Özbekler vardır. Ama 20. yy. öncesi Türk ulusal kimliği tarihi bir realite değildir; nevzuhur, sanal ve seküler Batı paradigmasına ait bir icattır. Ayrıca hangi kavimden veya halktan olursa olsun Türkiye Müslümanları için kabul edilecek ön veya üst kimlik sadece ve sadece Müslim/Müslüman olmaktır.
İslamcıların kurtulamadığı Türk ve Kürt ulusçuluğu söyleminin etkilerini bu forumdan kalkarak Türkiye üzerine sosyal mühendislik çalışmaları yapan ‘ötekiler’e, dışarıdan biri olarak Rafet Ballı gibilerinin “Türk ve Kürt İslamcılar arasında makas açılıyor” başlığı ile rapor etmesini anlayabiliriz. Çünkü onlar Müslümanlar arasındaki ilişkilere İslami ölçülerle değil, modernizmin ürettiği sosyolojik paradigmalar gözlüğüyle bakıyorlar. Ama Türkiye’deki Tevhidi kesime hitabeden Özgün Duruş gazetesinin yayın yönetmeni kardeşimizin bu dili köşesine taşıyıp, 17 Temmuz Taksim yürüyüşüyle ilgili Müslümanları ‘Türk İslamcı’ ve ‘Kürt İslamcı’ olarak ayrıştırmaya çalışması ve Özgür-Der Diyarbakır Şubesi’nin düzenlediği Kürt forumunda gördüğü zaafları, ‘dışardakiler’in kullandığı ayrıştırma dili ile zikretmesi, gerek bu gazeteyi çıkartan ve okuyan İslami camia, gerek Tevhidi uyanış süreci açısından üzüntü vericidir ve tashihe muhtaçtır. Aynı dil yanlışını konjonktürel Kürt duyarlılığı adına ‘Türk Müslümanlar’, ‘Türk İslamcılar’ hitabını kullanan Müslümanlar da yapmaktadır.
Kürt olmayan çoğu İslamcının veya İslami hareket adayının ayrışamadığı Türkçü söylem ve semboller, İslamcı olan veya İslami mücadeleyi önceleyen Kürtler arasında da görülen ulusalcı söylemler ‘asıl’ değil ‘arizi’dir. Kendi dünya görüşünün temellerine dayanarak öncelikli hedefi somutlaşamamış çabalar, zaaf ve öykünmecilikten kurtulamazlar. İslamcılar arasındaki Kıyamet zamanına veya 3. Dünya Savaşı’na endekslenen beklentiler, sterilize kalabilmek için içine kapanmalar, hayatı protest bir cenk ve cihad darlığı ile algılamalar, sanal ve karşılıksız medeniyet veya devlet kurma söylemleri, Türkiyeci veya Kürdistancı sapmalar hala ciddi bir tarih ve toplum değerlendirmesinden mahrumluğu sergilemektedir. Hala Seyyid Kutup’un yerel ve küresel çapta İhvan-ı Müslimin’e, Cemaat-i İslamiyye’ye, Ulema Hareketi’ne, Hizbu’t Tahrir’e yönelttiği özeleştiri ve “Yeniden Kur’an Neslini İnşa Etmek” şeklinde gösterdiği asıl öncelik, genel olarak Seyyid Kutup’un konumunu tabulaştıranlar da dahil olmak üzere kavranabilmiş görünmemektedir. Kutup’un yaşadığı coğrafyayla sınırlı kaldığı sanılan söylemini aştığını vurgulayıp, reel politikanın ulusalcı arenalarına sürüklenenler, hala neyi aştıklarının idrakinde değillerdir.
Sünnetullahı gözetmeden iktidar eksenli bir devrimi önceleyen dünkü acemi ve acilci hedef yanlışlığını ve olması gereken öncelikli hedeflerimizin ‘ne’ olduğu konusunu, İslamcı guruplar aralarında hala ciddi bir özeleştiriye ve şura içtihadına açabilmiş değillerdir. Maalesef dün birçok İslami gurubun hayal ettiği devrimci iktidar hedefi, bugün geriye sistem içinde ulusal iktidarın güç ve nimetlerine yönelen öykünmeciliği bırakmıştır. İtikadi, siyasi ve ekonomik egemen şirk paradigmasına ve zulüm sistemine karşı vahiy eksenli bir modelin yaşanılabilir temellerini inşa etmek yükümlülüğü ve mücadele hedefi dururken, sistem içinde insani ve medeni şartların kısmen iyileştirmesini taktik ve sınırlı bir açılım olarak görmek yerine, sistem içi rolleri temel meşgale alanı olarak seçmek büyük bir yanılgı ve zaman israfı olmuştur. İşte öncelikli hedef haline getirilen Türkiyecilik veya Kürdistancılık sapmaları da bu yanılgıdan kaynaklanmaktadır.
Tevhidi uyanış sürecine adım atan Müslümanların veya İslamcıların, elbiselerinde bulunan veya kimliklerine sıçrayan ulusalcılık çamurundan Kur’an’ın evrensel mesajını kavrayıp tanıklaştırdıkça arınmaları ve elbiselerini temizlemeleri kaçınılmazdır. Dolayısıyla İslamcılığı veya İslami kimliği arizi olan lekelerle değil, asli olan unsurlarla zikretmeliyiz. Ve ıslah sorumluluğunu kendi nefislerimizden başlayarak yerine getirmeliyiz.
Not: Bu makale 3 Eylül 2010 tarihli Özgün Duruş gazetesinde yayınlanmıştır.