"Türk edebiyatı" mı, "Türkçe edebiyat" mı?

"Türkiye’de edebiyatın her şey gibi ırkla ilişkilendirilmesi ancak 20. yüzyılın başında Türkçü hareketin etkisiyle gündeme gelmiştir."

Mehmet Sümer, "Türk edebiyatı" ile "Türkçe edebiyat" tartışmalarını değerlendirdiği yazısında, Türkiye'de edebiyatın ırkla ilişkilendirilmesinin ancak 20. yüzyıl başlarında Türkçü hareketin etkisiyle gündeme geldiğini belirterek "Meseleyi siyasallaştırarak konuşulamaz hâle getirmek, sağlıklı bir tutum değildir. Zira 'Türkçe edebiyat' demeyi tercih edenlere karşı tahammülsüzlük gösterenlerin takındıkları tavrın kimseyi ikna etmediği aşikârdır. Hele daha da ileri giderek Türkçe edebiyat diyenleri âdeta vatan hainliğiyle suçlamaya varan saldırganlıklar, edebiyat ortamında en evvel şart olan müsamaha ve anlayışı tahrip etmektedir. Edebiyat ortamına davet edilen bu faşizan atmosfer, davet edenler de dahil kimseye yarar getirmeyecektir." diyor.

Mehmet Sümer'in Yedi İklim dergisinin Ocak-2024 sayısında yayımlanan yazısının tam metnini aşağıda ilginize sunuyoruz...


BİTMEYEN BİR TARTIŞMANIN KABAK TADI HAKKINDA: TÜRK EDEBİYATI MI TÜRKÇE EDEBİYAT MI?

Son birkaç senedir edebiyat ortamında temcit pilavı gibi ısıtılıp ısıtılıp ortaya sürülen bir tartışma var: “Türk edebiyatı” mı “Türkçe edebiyat” mı? Edebî kamuoyu, sık sık gündeme getirilen bu tartışmanın etrafında ikiye bölünmüş görünüyor. Bir grup, “Türk edebiyatı” demeyi âdeta vatan müdafaasıyla eşdeğer görüyor. Diğer bir grup ise bildiklerinden şaşmamakta kararlı. Doğrusu “Türkçe edebiyat” demeyi tercih edenlerin bu konuda tartışmaya pek hevesli olmadıklarını, yalnızca öyle ifade etmeyi tercih etmekle yetindiklerini gözlemliyorum. Ama öbür cenahın bıkmaz usanmaz takibi, hatta tacizi öyle bir hal aldı ki artık bu mevzuyu gördüğüm yerde kapatıp geçiyorum. “Öbür cenah” dediğime bakmayın. Ortada bir cenah filan da yok. Yalnızca stadyumu galeyana getiren amigolar gibi ortaya düşmüş birkaç zat var. Ne zaman ortalık durulur gibi olsa bizimkiler telaşa kapılıp hemen yeni bir av yakalayıp getirerek tribünleri coşkuya getirme telaşına düşüyorlar. Sonra da yakaladıkları zavallı avlarını bedevi kabileler gibi uğultular içinde linç ediyorlar. Öyle anlaşılıyor ki bu zatlar da buradan kendilerine bir ekmek kapısı bulmuş olmaktan gayet memnun ki her hafta yeni bir avla takipçilerinin coşkusunu tazeliyorlar.

Gazze’de yaşanan katliamdan ötürü birkaç haftadır ortalık biraz yatışmış gibiydi. İnsanlar günlerdir çocuk ölümleri karşısında ruhlarında yaşanan burkulmayı bir şeyler yaparak yatıştırmaya çalıştıklarından kimsenin başka bir şeye dönüp bakacak mecali yoktu. Hele böyle insana usanç veren bir tartışmaya kimse katlanamazdı. Fakat nasılsa biri bir yerde “Türkçe edebiyat” demiş bulunmuş. Bizimkiler fırsatı kaçırır mı? Dört koldan saldırarak mahalleyi yeniden ayağa kaldırmışlar. Bilinen vak’adır, “kalkın ey ehl-i vatan” teranesi bizde öteden beri bir yerlere oturmak isteyenlerin namlı hilesidir. Bu sefer de öyle görünüyor. Kalk borusu öttürenlere değil, ama “ehl-i vatan”a şunu demek isterim: Bu öyle kazma kürekle çözülecek mesele değildir. Pek hazzetmeseniz de oturup düşünmenizi gerektiren bir durum var. O yüzden kalkmadan önce biraz oturup dinleyin.

Şimdi bütün bu hengamede ne olup bittiğini anlamaya çalışan biri olarak bazı şeyleri söylemek istiyorum. Örneğin ben, Türk edebiyatı demekten hiç gocunmayan ve haddizatında başka bir şey demekle uğraşmayan bir okur-yazar olarak, Türkçe edebiyat diyenlerin hangi cürmü irtikap ettiklerini merak ediyorum. Merak ediyor ve öğrenmek istiyorum ki Haşim’in tabiriyle, elimi yanlışlıkla o cürmün elektrik tellerine çarpmayayım. Oysa biliyorum ki kelimeler, meramımızı ifade etmenin araçları ve kimsenin şahsiyetine yönelmedikçe kelimelerle irtikap edilen bir cürüm olamaz. Bir yazar meramını ifade etmek için ister Türk edebiyatı der, ister Türkçe edebiyat veya başka bir şey. İlla böyle söyleyeceksin diye zorlanabilir mi? “Falan yazar veya yayınevi Türkçe edebiyat demiş, haydin boykot edelim” diyen zevat, bir yazarın ifade şekline niçin bu kadar karışma hakkını kendilerinde buluyor? Kaldı ki bu ifade, öyle zannedildiği gibi son yıllarda türetilmiş bir şey de değil. Edebiyat tarihinde “Türkçe edebiyat” ve “Türkiye edebiyatı” gibi ifadeleri kullanan pek çok yazar var. “Türkçe” ve “edebiyat” kelimeleri iki vebalıymış gibi zinhar yan yana gelmeyecek demenin mantığı nedir?

Bu tartışmalardan çok önce de “Türkçe edebiyat” ifadesini kullanan yazarlar olduğunu söyledim. Edebiyat tarihinin sayfalarına doğru şöyle bir atf-ı nazar etsek karşımıza pek çok örnek çıkacaktır. Ziya Paşa, Harabat mukaddimesinde Arap, Fars ve Türk edebiyatlarının etkileşimini ve bu etkiler altında Türk şiirinin gelişimini anlatırken şöyle der: “Türkî eş’ârı ehl-i tahkik / Üç sınıfa eder binâ vü tefrik”.[1] Ziya Paşa’nın “Türkî eş’âr” dediği, tam olarak “Türkçe şiir”dir. Müslüman coğrafyanın iç içe geçtiği, etnik kökenlerine bakılmaksızın şairlerin Arapça, Farsça veya Türkçe yazabildiği bir devirde Paşa, şiiri elbette dillerine göre değerlendirir. Nitekim aynı mantıkla Namık Kemal de dili esas alarak edebiyatı niteler. Hatta meşhur makalesinde “edebiyat-ı Türkî” bile demeyen Namık Kemal, “lisan-ı Osmanînin edebiyatı” demeyi tercih eder.[2] Bu tabiri bugünkü dille ifadeye çalışsak “Osmanlı dilinin edebiyatı” veya “Osmanlıca edebiyat” demek gerekir. Makale, her ne kadar olgunun nasıl ifade edilmesi gerektiğiyle ilgilenmese de Namık Kemal’in ifadesi, edebiyatın dille ilişkili olarak algılandığını ve öyle adlandırıldığını açıkça göstermektedir. Dahası, Namık Kemal’i yenilik edebiyatının başında gören sonraki kuşak yazarlar da zaman zaman ondan söz ederken “Türkçe edebiyat” veya bugün tartışmaya dahil edilen başka “vebalı” bir kavramla “Türkiye edebiyatı” demekten kaçınmazlar. Örneğin Namık Kemal’in Rüya ve Magosa Mektubu’nu 1908’de Mısır’da basan Abdullah Cevdet, kitabın başına yazdığı yazıda onun “Türkiya edebiyatının banisi değilse de müceddidi, muhyisi denilmeye layık” bir şair olduğunu söyler.[3] Yine İctihad’da “Namık Kemal” başlıklı yazısında aynı cümleleri tekrar eder.[4]

“Türkçe edebiyat/şiir” ifadesi sonraki yıllarda da sık sık karşımıza çıkar. Örneğin Ahmet Haşim, 1928’deki bir yazısında şu ifadeleri kullanıyor: “Yeni Türkçe şiirin, yüksek sesle nasıl okunması lâzım geleceği şimdiye kadar malum değildi. Bazıları inler gibi, bazıları ağlar gibi, bazıları böğürür veya şarkı söyler gibi okurlardı.”[5] Haşim, sonraki tarihlerde Hüseyin Sîret’in bir kitabı vesilesiyle yazdığı bir başka yazısında yine aynı ifadeyi kullanır: “Yüksek bir şair fıtratıyla doğan Fikret, bilinmez nasıl bir düşünce neticesinde ‘arabacılar şairi’ ismi verilen Coppée’nin tarzını Türkçeye nakletmekle Türkçe şiire bir adım attıracağını zannetmek vehmine düştü. Edebiyat-ı cedide grubundan tamamen ayrı olan Cenab müstesna, diğer bütün Servet-i Fünun şairleri de Rübab-ı Şikeste sahibinin saptığı yol üzerinde yürüdüler.”[6] Yine Nazım Hikmet, Orhan Selim imzasıyla Akşam gazetesinde İlhami Bekir’in 24 Saat kitabı hakkında yazdığı “24 Saat” başlıklı yazıda şöyle der: “Bugün Türkçe şiirde yeni bir yol açmak isteyen keşşafların, şiir mazisini iyice bilmeleri, hiç değilse hece veznini iyice kavramaları lazımdır.”[7]

Kuşkusuz biraz daha araştırılsa bu tür örnekler çokça bulunacaktır. Şimdi her gün falan kişinin “Türkçe edebiyat” dediği için boykot edilmesi için çağrılar yapan zevata şunu sormak isterim: Acaba Nâzım Hikmet’i veya Ahmet Haşim’i de boykot edecek misiniz?

Türkiye’de edebiyatın her şey gibi ırkla ilişkilendirilmesi ancak 20. yüzyılın başında Türkçü hareketin etkisiyle gündeme gelmiştir. Hatta daha da özel olarak İkinci Meşrutiyet’ten sonra, dilden terkiplerin, Arapça ve Farsça kelimelerin atılmasından sonra mümkün olmuştur. Nitekim 1910’ların ortalarına kadar yazılan bütün edebiyat tarihleri adında “edebiyat-ı Osmanî” ifadesini taşır ve bu ifade “Osmanlıca edebiyat” demektir. Hatta Şahabeddin Süleyman’ın Köprülüzade Mehmed Fuad’la birlikte hazırladıkları 1914 tarihli Yeni Osmanlı Tarih-i Edebiyatı’nın bile adında henüz “Türk edebiyatı” ifadesi yoktur. Adında “Türk” geçen ilk edebiyat tarihi, Köprülü’nün aynı yıl yazılan Türk Tarih-i Edebiyatı Derslerinden kitabıdır.[8] Bugün bu yersiz tartışmada “bin yıllık Türk edebiyatına nasıl Türkçe edebiyat dersiniz?” diye ortalığı velveleye verenlere bin yıllık olanın “Türk edebiyatı” değil Türkçe edebiyat olduğunu hatırlatmak isterim. Aksi halde iddialarına hiç değilse bir tanecik olsun 20. yüzyıl öncesinden bir örnek bulmalarını rica edeceğim. Onların bulabileceklerini zannetmiyorum. Zira meramları “barika-i hakikat” değil, açıkça müsademe-i efraddır (efkâr değil). Daha açık bir halk deyişiyle söyleyelim, üzüm yemek değil, bağcıyı dövmektir. Ben yine de kendilerine yardımcı olmak için bazı hususları ifade edeyim. Tespitlerime göre ilk defa “Türk şiiri” ifadesini kullanan kişi E. J. W. Gibb’dir. Gibb, Türkçe Şiirler’in yayımlanması ve Mehmed Emin’in kendisine kitabı göndermesi üzerine şairine bir mektup yazar. 6 Haziran 1899 tarihli bu mektupta şu ifadeleri kullanır: “Şimdi siz geldiniz ve ne Şark’a bakarak, ne Garb’e; kendi vatandaşlarınızın gönlünü okudunuz ve bunların hissiyatını kendi lisânıyle ve edibâne bir tarzda arz ettiniz. Fikr-i acizaneme göre, Türk şiirinin doğru mazmunu ile doğru tarz-ı ifadesini siz buldunuz; sizi altı asır beklemiştir.”[9] Evet, Gibb, Osmanlı şiirini çok iyi bilen bir Türk edebiyatı tarihçisi sıfatıyla “Türk şiiri”nin Mehmed Emin’le başladığını söylüyor. Elbette, Osmanlı şiirini Türkçe saymadığından değil, hakiki ulus edebiyatının Mehmed Emin’le başladığını düşündüğündendir. Zira artık edebiyatın hakiki ulus edebiyatı olabilmesi için o ulusun diliyle yazılmış olması yeterli görülmüyordu, o ulusun kimliğini de savunması isteniyordu. Daha açık ifadesiyle edebiyatın millî olabilmesi, milliyetçi olması şartına bağlanmıştı. Dolayısıyla edebiyatın Türkçe olmasını yeterli görmeyenler, farkında olarak veya olmayarak aslında her şeyle beraber edebiyatı da Türk yapmak isteyen Türkçü düşüncenin savunusunu yapmaktalar.[10]

Şunu açıklıkla söyleyebiliriz: Edebiyat, ırka değil dile nispet edilir. Çünkü dil de ancak onu konuşan ırka nispetle isim bulur. Şu halde “Türk edebiyatı” demek galat-ı meşhurdur. “Öyle bile olsa ‘galat-ı meşhur lügat-ı fasihten evladır’” diyeceklere de bir şey denemez. Evet, bir galat meşhur olmuşsa, doğrusu şöyleydi veya böyleydi demenin pek anlamı kalmayabilir. Ama hiç olmazsa ilimle uğraşan insanların galatları tashih etmelerine veya farklı düşünmelerine tahammül gösterilmelidir. Zira ilim, bir şeyin doğrusunu sorgulamayacaksa neye yarar? Neticede galat, hükmünü icra etse ve fesahatin anlamı kalmasa bile ilim yine de başka türlü düşünmenin yollarını arar. Çünkü ilimde veya felsefede her türlü normlar, kuruldukların çağın gerçekliklerini ifade etse bile çoğu zaman olguların farklı yönlerini kuşatmaktan aciz kalırlar. Normların sorgulanmasıdır ki gölgede kalmışlara veya marja itilmişlere gün ışığına çıkma imkânı verir ve böylece bir devrin ötelediklerinin de hak ettikleri değeri bulmasını sağlar.

Evet, ilimle uğraşanlar, yerleşmiş bazı kavramların gerçekliği bütünüyle ihata etmediğini veya yeteri kadar sağlıklı olmadığını düşündüklerinde başka kavramlar teklif edebilir veya tartışabilirler. Bu kavramların tartışılmasını bile boğmaya çalışmak, ancak Türkiye’deki düşünce dünyasına mahsus bir hastalık hâlidir. Zira çağlar ve fikirler değiştikçe eski normların tartışılması kadar doğal bir şey olamaz. Basit bir örnek olarak bütün dillerde yerleşik cinsiyet kodlarına ilişkin ifadelerden biri olan “bilim adamı” tabirinin gerçekliği bütünüyle ifade etmediğini düşünen insanların “bilim insanı” demeyi tercih etmeleri verilebilir. “Türkçe edebiyat” tabirinin de bu şekilde olgu ile kavram arasındaki tekabüliyetsizliği ifade etme çabası olarak algılanması gerektiğini düşünüyorum. Meseleyi siyasallaştırarak konuşulamaz hâle getirmek, sağlıklı bir tutum değildir. Zira “Türkçe edebiyat” demeyi tercih edenlere karşı tahammülsüzlük gösterenlerin takındıkları tavrın kimseyi ikna etmediği aşikârdır. Hele daha da ileri giderek Türkçe edebiyat diyenleri âdeta vatan hainliğiyle suçlamaya varan saldırganlıklar, edebiyat ortamında en evvel şart olan müsamaha ve anlayışı tahrip etmektedir. Edebiyat ortamına davet edilen bu faşizan atmosfer, davet edenler de dahil kimseye yarar getirmeyecektir.

 

[1] Yeni Türk Edebiyatı Antolojisi II (1865-1876), Haz. Mehmet Kaplan vd., Marmara Üniversitesi Yayınları, 1993, s. 64.

[2] “Lisan-ı Osmanî’nin Edebiyatı Hakkında Bazı Mülâhazâtı Şâmildir”, Yeni Türk Edebiyatı Antolojisi II (1865-1876), Haz. Mehmet Kaplan vd., Marmara Üniversitesi Yayınları, 1993, s. 183.

[3] Abdullah Cevdet, “Namık Kemal”, Rüya ve Magosa Mektubu, Mısır: Matbaa-i İctihad, 1908, s. 3

[4] İctihad, sayı 6, Mart 1908, s. 325.

[5] Ahmet Haşim, Bütün Eserleri II: Bize Göre, İkdam’daki Diğer Yazıları, Haz. İnci Enginün, Zeynep Kerman, İstanbul: Dergâh Yayınları, 1991, s. 73.

[6] Age., s. 219

[7] Akşam, 20 Ağustos 1929

[8] Mehmet Sümer, “Giriş”, Muhtasar İran Edebiyatı Tarihi ve Tartışmalar, İstanbul: Kriter yayınları, 2022, s. 2. Elbette Köprülü daha önceki yazdıklarında, örneğin meşhur “usul” makalesinde açıkça “Türk edebiyatı” demektedir. Ama bu ancak Türkçü hareketin etkisiyle olmuştur.

[9] Aktaran: Fevziye Abdullah Tansel, Mehmed Emin Yurdakul’un Eserleri I: Şiirler, s. XXIV. (vurgu bana ait.)

[10] Beni bu mevzuda asıl şaşırtan ve üzense bazı muteber zatların yukarıda sözünü ettiğim amigoların peşine düşmesidir. Örneğin her meselede Osmanlıcı gördüğüm D. Mehmet Doğan gibi bir zat bile bu yamyam ateşine odun taşımaktan gocunmuyor. Fakat Türkçe edebiyat diyenlere karşı ateş püskürenlere katılmaktan çekinmeyen sayın Doğan’ın her nasılsa geçen günlerde yayımladığı bir yazısında “Türkçe edebiyat” ifadesini kullandığını gördüm. Bkz. “Anadolu’da Türkçe Edebiyat ve Mevlâna”, TYB Akademi, sayı 39.

Kültür Sanat Haberleri

Bilgi, inanç ve eyleme yönelik bir ömür çaba: Sezai Karakoç
Genç Birikim dergisinin Kasım 2024 sayısı çıktı
Umran dergisinin 363. sayısı çıktı!
Dava ahlakına sahip bir Müslüman: Sezai Karakoç
Genç Birikim dergisinin Ekim 2024 (268'inci) sayısı çıktı