"Türk Arap’sız yaşamaz, kim ki 'yaşar' der, delidir..."

Taha Kılınç, Arapların Türkiye'ye olan sempatisinin geçmişini incelerken son yıllarda neyin değiştiğine de değiniyor.

Taha Kılınç / Yeni Şafak

Cinnet hali 

“Türkiye’ye tatile gelen Araplar” olgusuyla ilk karşılaşmam, ortaokul yıllarıma -1991 ve sonrası- rastlar. Kartal’da okurken farklı vesilelerle Yalova’ya ve Adalar’a her geçişimizde Araplarla karşılaşır, onların ülkemize karşı sergilediği tutkulu muhabbetten etkilenir ve şaşkınlık duyardım. Sonraki yıllarda Araplar Türkiye’nin farklı bölgelerinde de görünmeye başladı. Belli bir kesim çok eskiden beri İstanbul’la zaten irtibatlıydı, ama “Arap turist” furyası halk tabakalarına doğru yayıldıkça Ege, Akdeniz, İç Anadolu, Doğu Anadolu ve nihayet Karadeniz ilgi odağı haline geldi.

Türkiye ile Arap dünyası arasına giren bir asırlık uzun fasılanın ardından, Araplar bizde ne bulmuştu? Türkiye’ye böylesine yoğunlaşan ilgiyi neyle açıklamak gerekirdi? Ülkemizin en küçük kasabalarında bile merakla ve mutlulukla boy gösteren Arapların varlığını neye borçluyduk?

Benzer soruları cevaplamak için bir liste yapacak olsak, herhalde birinci sıraya özgürlüğü yazmak icap eder. Türkiye’de aynı anda hem ibadet hem de günah işlemek özgür… Hem siyaset hem de ticaret özgür… Hem konuşma hem de örgütlenme özgür… Arapların, tüm bunları aynı anda bulabildikleri ikinci bir ülke yok. Bilhassa bazı baskıcı rejimlerle kıyaslandığında, Türkiye devasa bir teneffüs ve tenezzüh sahası.

Ayrıca Türkiye’yi hem coğrafî hem de ideolojik bakımdan “Batı’ya açılan kapı” olarak gören Arap çok. Bazı İslâmî hareketlerin baktığı pencereden ise, Türkiye “apaçık bir başarı öyküsü”: Hem Doğu ile hem Batı ile aynı anda entegre, İslâm coğrafyasının içine sürüklendiği açmazlar için gerçek bir rol model ve yol haritası.

Üçüncü etken, Türkiye’deki coğrafî ve kültürel çeşitlilik. Deniziyle-dağıyla, yaylasıyla-bağıyla, kolayca ulaşabildikleri, zorlanmadan ve horlanmadan girip diledikleri şekilde gezdikleri, bolca para harcadıkları, keyifli bir ülke burası. İlginçtir, Karadeniz’e Arapların gösterdiği ısrarlı ve yoğun revacın arka planında “manevî” bir motivasyon da var. Kur’ân’daki cennet tasvirlerinin tamamını Karadeniz’de buluyorlar: Irmaklar, şırıl şırıl akan pınarlar, uzayıp giden gölgeler, yemyeşil bahçeler, türlü meyveler… Bazı turizm firmaları, Karadeniz’e seyahati “cenneti tasavvur etmek için” bile teşvik ediyor.

Tüm bunlara Türk dizileriyle hazırlanan duygusal altyapıyı, turizm sektörünün önlerine serdiği cazip kampanyaları, Türkiye’nin tıp sahasında kat ettiği ilerlemeyi ve diğer başka unsurları ekleyebilirsiniz. Arap halklarının her katmanı için, Türkiye’ye yakınlık hissedecekleri bir vesile bulmak mümkün velhasıl.

Belki yukarıdaki cümlelerin birçoğunun sonunu “-di” ile bitirmem icap ederdi. Çünkü maalesef, son dönemde gittikçe artan ve belli merkezlerden kasten körüklendiği anlaşılan Arap düşmanlığı, Arap âleminin Türkiye’ye yönelik ilgisini azaltmaya başlamış görünüyor. Herhangi bir hadisenin dünyanın dört bir köşesine yıldırım hızıyla yayıldığı günümüzde, sosyal medyaya yansıyan görüntülerin yıkıcı tesirleri, zannettiğimizden çok daha derin. Kaşınan ve azdırılan ırkçılığa, karşı cepheden cevap olarak gelen ırkçılığı ve Türkiye düşmanlığını ilave ettiğinizde, sosyal medyanın kötü niyetli fırsatçılar için de mümbit bir membaa dönüştüğü görülüyor.

Sadece turizmi ve ekonomimizi etkileyen bir durum değil, yaşadığımız. Toplumsal dokumuzu zayıflatan, coğrafyamızı üleşmek için bekleyen akbabalara el ovuşturtan, tarihteki benzerleri nice pişmanlıkla sonuçlanan, nihayetinde kazananı olmayacak bir cinnet hali bu. Arap düşmanlığının, aynı şiddette ve yaygınlıkta başka hiçbir yabancı millete ve turiste gösterilmemesi ise, söz konusu halin İslâm düşmanlığının ikiz kardeşi olduğunu gözler önüne seriyor.

Fakat burada yüzleşmemiz gereken bir başka husus daha var: Araplara yönelik kaba genellemeler, düşmanlıklar ve dışlamacı tavırlar, kendisini Müslümanlar içinde konumlandıran, muhafazakâr hayatlar süren ve İslâmî kimlik taşıyan insanlar arasında da hızla yayılıyor. Bir milletin bazı fertlerine arız olan problemleri eleştirmek başka şeydir, o milleti bazı örnekler üzerinden topyekûn yargılayıp yerin dibine sokmak başka şey… İslâmî hassasiyete sahip insanların, bu noktada adalet ve insaf çizgisinden asla ayrılmaması gerekiyor. Çünkü “Müslümanların birbiriyle kardeş olduğunu” vaz eden bir dine mensuplar. En azından iddiaları bu yönde.

Tam yüz yıl önce, rahmete gark olasıca bir Arnavut (Mehmed Âkif), meseleye nasıl bakmak gerektiğini ne güzel özetlemişti:

Türk Arap’sız yaşamaz, kim ki “yaşar” der, delidir,

Arab’ın, Türk ise, hem sağ gözü, hem sağ elidir.

Yorum Analiz Haberleri

Ekran karşısında beyni çürüyen bir nesil...
Filistinli gazetecilerin ölümündeki hızlı artışın sebebi ne olabilir?!
Bunlar tuvalet değil Esed'in zindanları!
Mimaride insani saiklerin yerini; kârlılık ve verimlilik aldı...
Siyonist çeteye karşı direnişle geçen bir yıl...