“Türk adaletine güvenin”

Sabahki gazetelere göz gezdirdiğimde, 30 Ağustos sonrasının rutin askerî törenlerinden birinde, Genelkurmay Başkanı’nın “PKK”lılara bir çağrıda bulunduğu haberini gördüm. Çeşitli bakımlardan ilginç göründü.

Bir gazetede anlatıldığına göre, resepsiyonda “asker-sivil erkân” biraradayken, Başbakan Erdoğan “Ben gidiyorum” diyor. İlker Başbuğ birkaç söz söylemek istediğini belirterek biraz beklemesini talep ediyor. Erdoğan da bekliyor tabii. Sonra Başbuğ Başbakan’ın koluna girerek açıklamasını yapıyor.

Açıklamanın içeriğine girmeden, bu ayrıntılar da bana ilginç göründü. Gazetenin bunları hikâye etme tarzından, toplantıda “dostane” bir hava estiği, esmekten öte, kamuya bu izlenimin iletilmesi istendiği anlaşılıyor. Baykal’ın, özellikle de Bahçeli’nin saldırılarından sonra, “Kürt sorununa yaklaşım” konusunda Hükümet ile Genelkurmay arasında, en azından “bir kavga” olmadığı mesajı veriliyor.

Herhalde “kavga” yok. Herhalde konu kamuya aktarılmadan önce bu iki kurum bu konuda bir tür anlaşmaya varmıştı.

Ama, “ anlaşmak” durumunda olan iki kurumdan biri TSK olunca, belli ki bazı kaçınılmaz durumlar ortaya çıkıyor. Nedir Başbuğ’un çağrısı, ona bir bakalım? On dört “PKK”lı teslim olmuş. Mahkeme onunu hemen bırakmış. Kalan dört kişinin ikisi tutuklu, ikisi tutuksuz yargılanacakmış. Başbuğ bunları anlattıktan sonra yapıyor çağrısını: “Türk adaletine güvenin” diyor. Bu üç kelimelik cümle üstüne, bu çağrının bir muhatabı olsam, “ne düşünürdüm?” diye düşünüyorum. Sanki, genç yaşımda PKK’ya üye, sempatizan, ne oldumsa, buna yol açan şeylerden çoğu bu üç kelime içine sığdırılmış gibi: bir kere “Türkler” ve onların bir “adaleti” var. Ben ise “Kürt”üm, yani “onlardan” biri değilim ve zaten yaşadığımız sorunun temeli bu. Şimdi yetkili bir Türk bana, “Korkma, gel. Ben adaletli davranırım” diyor.

Aslında, bu ne demek? Adalet bir yandan soyut bir kavram ama bir yandan da koca bir “prosedür”. Şu somut durumda bir Ceza Kanunu var, yığınla maddeden oluşuyor. O maddeleri bana uygulayacak bir mahkeme var, yargıcıyla, savcısıyla vb.

Peki, şimdi bana ne vaat edildi? “Teslim” olacağım. O sevimsiz kelime. Bütün sevimsiz çağrışımlarıyla. Sonra? Sonra bana “adalet” uygulanacak. Örnek de şu 14 kişi. Yani, “salıverilen 10 kişi arasında olabilirsin” mi dendi? Tutuklu iki kişiden biri mi olacağım? “Adaletli” davranılacak, hâlen de öyle davranılıyorsa, serbest bırakılan on kişinin zaten hiçbir suçu olmamalı. Oysa ben PKK ile ilişki kurmuş biri olmalıyım, bu çağrının muhatabı olacaksam. O halde?

Yoksa, “bir miktar suçlu olsan da yumuşak davranacağız, göz yumacağız” anlamına mı geliyor, söylenen söz, “Türk adaleti” hakkında?

Bundan daha belirsiz bir durum olamaz. Böyle bir “Türk adaletine güvenin” çağrısının gerçek anlamı, “Bizim merhametimize güvenin” gibi bir şey oluyor. Bu da şu an bir biçimde başa çıkılması gereken psikolojiyle hiç mi hiç uyuşmayacak bir üslûp.

İronik olan, eğer yanılmıyorsam, bunların iyi niyetle söylenmiş olması. Ama, belirli bir kültür, bir başka belirli kültürle uyuşamıyor ya da bu kadar oluyor.

Tabii bütün bunların, Baykal ve Bahçeli’nin ve onlarla aynı frekansta ses çıkarmakta kararlı daha birçok birey ya da odağın arkaplanını oluşturduğu bir ortamda cereyan ettiğini unutmamak gerek. Bu sözlerin havada uçuştuğu bir ortamda, TSK gibi bir kurum adına konuşanlar, buna karşı ne kadar dirençli olabilirler? Kaldı ki, o uçuşan sözlerin oluşmasında herkesten çok onların payı var.

Baykal, Bahçeli, onların az arkasında duran ve teker teker yüz çizgileri çok net görünmeyen koro, böyle böyle, genel gidişe kendi ağırlıklarını koymaya başlıyorlar.

TARAF