Taha Kılınç / Yeni Şafak
Kayravân’ın ruhu
Gözlerimi kapatıp hayal ediyorum: Mekke’de dünyaya gelen, Mısır’ın fethine katılan, ardından Kuzey Afrika’yı İslâm topraklarına katan, bugünkü Tunus’u da içine alan İfrikiyye bölgesinin ilk camisini kuran, atını ta Atlas Okyanusu’na kadar sürüp daha öteye ilerleyemeyince parmağını gökyüzüne doğru kaldırarak “Ya Rab, şahit ol! Eğer karşıma bu umman çıkmasaydı, senin adını duyurmak için dünyanın en uzak yerlerine giderdim!” diye yakaran, dönüşte Cezayir içlerinde yoluna devam ederken şehit düşen, kabri zamanla Mağrib’in en önemli ziyaretgâhlarından birine dönüşen, ismi çağların ötesinden bugüne hâlâ parlak bir fener gibi ışıldayan bir kahraman… Ukbe bin Nâfi’nin, 682’de fani ömrünü tamamlayana dek kat ettiği mesafeyi ve bıraktığı izleri tahayyül etmek, insanın havsalasını zorluyor doğrusu.
Geçtiğimiz perşembe günü, Tunus’un Kayravân şehrinde, temelleri 670’te atılan ulu camiyi bütün ihtişamıyla seyrederken aklımda bunlar vardı. Ukbe’nin öyküsü, gayretli ve samimi olmak şartıyla, tek bir kişinin tarihte bazen ne büyük çığırlar açabileceğinin işaretiydi.
Günümüzde artık 180 bin nüfuslu büyük bir şehre dönüşmüş bulunan Kayravân, İfrikiyye’de kısa bir müddet hüküm süren Ağlebîler döneminde (800-909) en parlak yıllarını yaşamış. Necd kökenli, Hanefî mezhebine mensup Arap bir hanedan olan Ağlebîler, özellikle üç sahada öne çıkmış: 1) Kalelerin, şehir surlarının ve camilerin kapsamlı bir biçimde restorasyonu, 2) Tarım ve sulama seferberliği, 3) Akdeniz adalarında fetihler ve İslâmlaştırma faaliyetleri. Nitekim Kayravân Ulu Camii de, Ağlebîlerin özenli restorasyonuyla günümüze aktarılmış.
Kayravân’ın bir açık hava müzesini andıran, labirent biçimli ara sokaklarında dolaşırken önümüze sıklıkla dokuma tezgâhları, desenli kapılar ve tarihî mescitler çıkıyor. Şehir, “turistik” bir belde için oldukça ıssız, ama tarihin soluğunu dinlemek isteyenler için elbette bu durumda şikâyet edilecek hiçbir şey yok. Ve sessiz bir şehir, tefekkür için de birebir:
Kuzey Afrika’nın ilk tam tefsirini kaleme alan Yahyâ bin Sellâm’ın (v. 815) da aynı sokaklarda yürüdüğünü düşünmek mesela… 1881’de başlayan Fransız işgali öncesinde, Kayravân’a gayrimüslimlerin girişinin özel izne tabi olduğunu hatırlayıp gülümsemek… Buhara için Sâmânoğulları ne anlam ifade ediyorsa, Kayravân için de Ağlebîlere aynı rolü vermek… Şehrin en eski kabristanının “Kureyş” adını taşıyor olmasının hatırlattıklarına odaklanmak… Burada medfûn bulunan, Hz. Ömer’in torunu Zeyneb binti Abdillah’ın kabrinde Fatiha okumak… Ağlebîlerin kurduğu muazzam sulama sisteminden günümüze kalan dört büyük havuzu yukarıdan izlemek… Berberî asıllı sahabî Ebû Zem’â el-Belevî’nin kabrinde, yüzyıllar öncesine uzanmak… Kayravânlıların yeraltından Zemzem’e bağlandığına inandığı Berrûta kuyusunun suyundan içmek… Endülüs esintili mimarisiyle Kuzey Afrika’yı İspanya’ya bağlayan Üç Kapılı Cami’yi temaşa etmek…
Kayravân’dan sonraki duraklarımız Mehdiyye, Sûse ve Munastir’e devam ederken, benim aklım elbette bu muhteşem İslâm şehrinde kalmıştı. Bütün ziyaretlerimde ve her seferinde olduğu gibi.
915’te Fâtımî İmparatorluğu’nun temellerinin atıldığı Mehdiyye, kurucusu Ubeydullah el-Mehdî’nin adını taşıyor. Kayravân için Hristiyanların muhtemel saldırılarından dolayı içeride bir bölge tercih edilirken, Ağlebîlerin sağladığı istikrar sayesinde Fâtımîler sahildeki bir yarımadaya rahatça yerleşmişler. Fâtımîlerden günümüze ulu cami ile liman ve saray kalıntıları ulaşmış.
Cuma namazımızı, yine bir Ağlebî eseri olan Sûse Ulu Camii’nde kıldık. Tam 55 dakika süren hutbenin konusu “sağlam aile kurmanın ehemmiyeti” idi. Hutbelerin uzayıp namazların kısalması “âhir zaman alameti” sayılsa da, hutbeyi irticalen irad eden imam efendinin cemaatle kurduğu doğrudan diyalog ve camideki canlılık görülmeye değerdi. Namazdan önce sur içi Sûse’yi adım adım dolaştım, sokak aralarında epey detay yakaladım.
Tunus’u 1956-1987 arasında yöneten Habib Burgiba’nın memleketi Munastir, güzergâhımdaki son duraktı. İktidarı boyunca Fransız tipi jakoben ve yasakçı bir laiklik anlayışını Tunus’a dayatmaya odaklanan Burgiba’nın kabri, türbe biçiminde dizayn edilmiş, başucuna da bir Mushaf konmuş. Mermer lahidin kenarına hazırlanan resim sergisinde de Burgiba’nın “dindar”lığını öne çıkaran fotoğraflar vardı.
Bu durum, Müslüman coğrafyanın mayasının İslâm olduğuna ve coğrafyada iz bırakmak isteyen herkesin bir şekilde İslâm’la irtibat kurması gerektiğine dair, çok çarpıcı bir ibretti doğrusu.