‘’Rabbinizin mağfiretine mazhar olmak ve takvâ sahipleri için hazırlanmış olup gökler ve yer kadar geniş olan cennete girmek için yarışın! Onlar (takvâ sahipleri) bollukta da darlıkta da Allah yolunda harcarlar, öfkelerini yenerler, insanları affederler. Allah işini güzel yapanları sever. Onlar çirkin bir şey yaptıkları veya kendilerine kötülük ettikleri zaman Allah’ı hatırlarlar da hemen günahlarının bağışlanmasını dilerler. Zaten günahları Allah’tan başka kim bağışlayabilir ki? Onlar, yaptıklarında bile bile ısrar etmezler’’(Âl-i İmrân Suresi - 133-135)
Ayeti Celilede ‘rabbinizin mağfiretine koşunuz’ buyuruluyor. Müthiş bir davet! Gökler ve yer genişliğindeki cennete kavuşmanın şartları sıralanıyor. Muttakilerden olmak hedefinde; darlıkta bollukta infak, çirkin işlerden günahlardan hemen kaçınarak istiğfar etmek hedefi konuluyor. İdeal Kuran ahlâkına sahip muttaki kişinin ahlâkî nitelikleri bunlar. Mağfiret dilemek, sadece kendi nefsi için değil tüm müminler için, birlikte iş yaptığı kardeşleri için mağfirete koşmak tevhidi yönelişe ve kopmaz kulpa, en sağlam mercie, Kadiri Mutlak olana, Rahman Rahim olana yönelmek emrediliyor. Bu vasıflar, kişisel ihtiraslarını ve nefsi duygularını yenmiş; vasat ümmetin bir neferi olmaya çalışan ‘yeryüzünde halife kılınmak bilinci’ ndeki insanın erdemleri olarak sıralanıyor.
Takvâ sahiplerinin nitelikleri anlatılıyor. Bunlar: Bollukta ve darlıkta Allah yolunda infak ederler; mallarını iyilik yolunda harcarlar. Her iki durumda da onlar aynı yöneliş ve teslimiyet içindedirler. Bollukta bencilleşmezler, davalarını satmazlar, ulvi hedeflere sırtlarını dönmezler. Bu hal onlara Allah yolunda harcamayı unutturmaz. Öfkelerini yenerler, insanların kusurlarını bağışlarlar. Ayette geçen ‘kâzım’ kelimesi “öfkesini yenen, gücü yettiği halde, zarar gördüğü kimselere karşı intikama kalkışmayan, sabreden” anlamlarına gelmektedir (Elmalılı, II, 1177).
Bir kötülük veya kendilerine zulmettiklerinde hemen Allah’ı anar ve günahlarına tövbe ederler, yaptıklarında ısrar etmezler. Âyetteki fâhişe kelimesi “çirkin ve iğrenç iş veya söz” anlamına gelir. Nefse zulmetmek ise “herhangi bir günah işlemek” demektir. Bu günahların başında Allah’a şirk gelmektedir. Yarattığı insanın özelliklerini ve zaaflarını çok iyi bilen yüce rabbimiz, şefkat ve merhametinin gereği olarak günahkâr bir mümini dahi müminlerden saydığı gibi, Allah’ın huzurunda hesap vereceğini düşünerek tövbe ve istiğfar eden kimseyi de cennete girecek takvâ sahiplerinden ayırmamıştır.
Rasulullah (sav) den şu hadis rivayet olunmuştur; “Asıl pehlivan güreşte rakibini yenen değil kızdığı zaman öfkesine hâkim olan kimsedir” (Buhârî, Müslim). Uhud Savaşı’ndaki yenilgide faizcilerde, muhterislerde bulunan dünya malı, makam mevki şatafat zaafları etkili oldu. Bunlar fahşanın ve kendilerine yaptıkları zulüm eylemlerinin kendisiydi ve bunlar muttakice tutumlarla önlenmediğinde Müslümanları yenilgiye uğratacak kadar tehlikelidirler. Yüce rabbimiz kullarını, kötü vasıflardan, insanlara zulümden, parayla kurulan sahte ziynetlerden kaçınmaya yeniden Allah’a ve Rasûlü’ne itaat etmeye davet ediyor. Onları kendisinin mağfiretini ve takvâ sahibi kimseler için hazırlanmış olan geniş cennetleri kazanacak yarışa çağırıyor. Rahim ve Rahman olan önümüze İslam’a teslimiyeti; ahlak, kulluk, ittika, ümmet bilinci, malı paylaşmak ve diğerkâmlığı koyuyor. Hep birlikte istiğfar ediniz diyor.
İslâm metodu insanı bütün yönleriyle ele almakta ve toplumsal yaşamı bölmeden bir bütün olarak düzenlemektedir. Müslümanların cihada, savaşa hazırlanması ve bu konuda tedbir almak, kalplerin arındırılması, heva ve heveslere gem vurulması ve toplumda müminler arsındaki kardeşliğin ve tüm toplumla kurulacak ilkeli erdemli ilişkilerin ayrılmaz bir bütün halinde sıralanıyor.
Müslüman bir ümmet olmak hedefi; inançta amellerde, ahlakta, siyasette, ekonomide, toplumsal dayanışma ve düzeninde tertemiz olmak hedefini kavramak ve bu yolda çabalamakla mümkün olacaktır. İman, sadece dille söylenen bir kelimeden ibaret olmayıp, Allah tarafından bu imanın pratik ve uygulanan bir tercümesi kılınan Rabbanî hayat metoduna uymaktır. İmani değerlerle cahiliye düzeninin yaşam kültürü, inanışları, kutsal algısı bir arada bir kişilik var edemezler. Bu imkânsızdır.
“Allah’a ve Rasulüne itaat ediniz ki rahmete kavuşabilesiniz’’ ‘’Öfkelerini yenerler insanların kusurlarını bağışlarlar.” Toplumsal ıslahın önemli aşamalarından birisidir; ‘öfkeyi yenmek’. Ancak tek başına yeterli değildir. İnsan bazen, hınç almak ve şiddetli kin beslemek için öfkesini yutabilir. Bu durumda bir anlık öfke, korkunç bir intikama, dışa vurmuş bir kızgınlık, gizli bir kine dönüşebilir. Öfke yenildiği zaman, kalp üzerinde bir ağırlık ve vicdani bir huzur hâsıl olur.
’’Bollukta ve darlıkta mallarından cömert davrananlar, ihsan edenlerdir. Öfkelenip öfkesini yendikten sonra affederek hoşgörülü davrananlar ihsan edenlerdir. Ve Allah iyilikseverleri “sever” ‘’Günahları Allah`tan başka kim affedebilir? Onlar işledikleri günahlarda bile bile ısrar etmezler.”
Yüce rabbimiz insanın zaafına uygun fıtri yasalar indiriyor. Ona karşı sert davranmıyor. Kalbindeki iman sönmedikçe rabbi ile olan bağı kopmadıkça ona rahmetini ve yardımını bahşetmeyi sürdürüyor. Ama günahlarda ısrarın da çok tehlikeli bir yönü bulunmaktadır. Günahta ısrar büyük günahın kapısını açan bir ifsad halidir. Yüce rabbimiz kulunu çölün ortasında yapayalnız bırakmıyor. Onu, bağışlanma konusunda ümitlendiriyor, açık kapı bırakıyor. Kaldı ki aynı dine, aynı hedeflere hizmet eden Müslümanların aralarında ihtilafları derinleştirmeleri ve tüm kapıları yüzlerine kapatmaları nasıl da fıtri işleyişin zıddı bir aşırılıktır ve maraz durumudur. Yüce Mevla kulundan çok önemli bir şey istiyor: Allah’ı unutacak işlerden hemen vazgeç; Müminlerle beraber ol, ibadetler kapısından geç ve rabbine yönel, razı olunanlardan; dünya ve ahirette nimet verilenlerden ol!
Rasulullah (sav) buyuruyor: “İstiğfar eden hatada ısrar etmiş sayılmaz. Bir günde yetmiş kere tekrarlasa da… (Ebu Davut, Tirmizi)
Bütün Rasuller kavimlerini istiğfar etmeye davet ettiler. İstiğfar hayatın, İslami davetin temel şiarlarındadır;
‘’Rabbinizden bağışlanma dileyin, sonra da O'na tövbe edin ki sizi belirlenmiş bir süreye (ömrünüzün sonuna) kadar güzel bir şekilde yararlandırsın ve her fazilet sahibine faziletinin karşılığını versin. Eğer yüz çevirirseniz, ben sizin adınıza büyük bir günün azabından korkuyorum’’(Hud 3), ‘’(Hud) ; Ey kavmim! Rabbinizden bağışlanmayı dileyin, sonra O’na tövbe edin ki üzerinize bolca yağmur göndersin ve kuvvetinize kuvvet katsın; sakın günahkârlar olup Allah’tan yüz çevirmeyin!”(Hud 52) “Rabbinizden mağfiret dileyin; çünkü O çok bağışlayıcıdır. (Mağfiret dileyin ki) üzerinize gökten bol bol yağmur indirsin, mallarınızı ve oğullarınızı çoğaltsın, size bahçeler ihsan etsin, sizin için ırmaklar akıtsın.” (Nuh 10-12)
Müslümanlar aralarında birbirlerine mağfiret dilerler. Bu onların iman, salih amel, cihad, hayırlı ümmet olmak gayelerinde Allah’ın rızasına uygun bir toplum inşaya yönelme hedefinde buluştukları sebebiyledir. Rabbimiz bu davranışı ayeti celilede bize bildirmektedir:
‘’Bunların ardından gelenler “Ey rabbimiz” derler, “Bizi ve bizden önceki iman etmiş kardeşlerimizi bağışla; kalplerimizde iman edenlere karşı kötü bir düşünce ve duyguya yer bırakma. Rabbimiz! Kuşkusuz sen çok şefkatlisin, çok merhametlisin.”(Haşr 10)
Aramızda gerçekleşen beşerî olumsuzluklara; din konusunda tartışmalar ve birbirimizi suçlamak, dışlamak konularına, kırdığımız kalplere veya bizi incitenlere karşı bir müşfiklik içinde olmamız isteniyor. Birbirimizin mağfireti için rabbimize dua etmemiz övülerek veriliyor. Müslüman kişinin kendisi için olduğu kadar mümin kardeşleri için de onların bağışlamasını dilemesi imanının şiarlarındandır: ‘’Muhacir ve Ensar'dan İslâm'a ilk önce girenlerin başta gelenleri ve iyi amellerle onların ardınca gidenler var ya, işte Allah onlardan razı oldu, onlar da Allah’tan razı oldular. Onlara, altlarında ırmaklar akan cennetler hazırlandı ki, içlerinde ebedi kalacaklardır. İşte büyük ve muhteşem kurtuluş budur’’ (Tevbe 100)
Ümmet kardeşlerimiz için edeceğimiz mağfiret dualarının mesajlarına odaklanmalıyız!
‘’Onlar kendi nefislerine zulmettiklerinde şayet sana gelip Allah'tan mağfiret dileselerdi ve Rasul de onlar için mağfiret dileseydi, elbette Allah'ı tevbeleri kabul eden, esirgeyen olarak bulurlardı’’ (Nisa 64)
İman kardeşliği aramızda müşfik, merhametli ve ilişkilerde İslami kardeşlik ölçülerini sürdürmeyi gerektirir. Bir kişi inancı, fikirleri ve yaşam biçimi yönünden İslam’a zarar vermeyi kastetmediği sürece İslam dairesi dışında görülemez ve tekfir edilemez. Akaid ölçülerindeki hassasiyet ilişkilerde sertliği, dışlamayı değil tam tersine ikna yolunun açık olmasını zorunlu tutmalıdır. Rasulullah’ın (sav)in hayatında tekfir konusundaki ölçülerde Müslümanlarla ilgili en küçük bir yanlışlığa ve şüpheye dahi yer yoktur. O; Allah’ın dinini alaya alan, İslam’a engel olmaya çalışan, ümmeti bölmeye parçalamaya çalışan, ümmete karşı savaşan ve düşmanlık edenlere karşı bu tedbirleri almıştır.
‘’Sirette bazı hadiselere yer verilmiştir: Bunlardan biri, Rasulullah’ın Mekke’nin fethi için yaptığı hazırlıkları öğrenip bir mektupla aynı yerdeki yakınlarına gizlice haber vermeye kalkışan, ancak bu girişimi hemen öğrenilen Hâtıb b. Ebû Beltea hakkındaki uygulamasıdır. Ömer (ra) onun münafıklığına hükmederek boynunu vurmak için izin talep edince Rasulullah (sav) Hâtıb’dan açıklama istemiş, o da bu işi Mekke’de bulunan akrabalarını korumak amacıyla yaptığını belirtmiş, Rasulullah (sav) Bedir Savaşı’na katılan Hâtıb’ın bu davranışını hata diye nitelendirip onu affetmiştir (Ebû Dâvûd, “Cihâd”, 98). Yine Kur’an’da münafıklar hakkında kullanılan üslûba göre Rasulullah (sav) onlara Müslüman muamelesi yapmış ve münafıkların reisi Abdullah b. Übey b. Selûl’ün cenaze namazını kıldırmıştır. Rasulullah’ın bu hareketi kâfirliğini ilân etmeyenleri İslâmlaştırma siyasetinin bir sonucudur (Reşîd Rızâ, IV, 228-229). Rasulullah’ın bu uygulamaları ashaba örnek teşkil etmiş ve zaman zaman vuku bulan nifak hareketleri günah şeklinde değerlendirilmiştir (Müsned, I, 61-62; Buhârî, “Fiten”, 2; İbn Asâkir, s. 405). Ebû Bekir (ra) ın zekât vermek istemeyenlere karşı savaş açmasının sebebi, İslâm’ın şartlarından olan bir esasın iptal edilmek istenmesi ve bunun devlete karşı bir ayaklanma niteliği taşımasıydı. Ali (ra) ın Cemel ve Sıffîn savaşlarına katılan muhaliflerine kâfir diyen taraftarlarına onların kâfir değil isyan eden kardeşleri olduğunu söylemesi de bu konuda önemli bir bakışaçısı sunmaktadır’’ (Ebû Hanîfe, er-Risâle, s. 69; Kadı Abdülcebbar, Fażlü’l-iʿtizâl, s. 160) (Kaynak: İslam Ansiklopedisi ‘tekfir’ md.)
‘Selam verene ‘sen Müslüman değilsin’ demeyin!’
‘’Ey iman edenler! Allah yolunda savaşa çıktığınız zaman iyi anlayıp dinleyin. Size selâm verene, dünya hayatının geçici menfaatine göz dikerek “Sen mümin değilsin” demeyin; çünkü Allah katında sayısız ganimetler vardır. Daha önceleri siz de böyleydiniz. Derken Allah size lütufta bulundu. Bu sebeple iyi anlayıp dinleyin. Hiç şüphe yok ki Allah bütün yaptıklarınızdan haberdardır’’(Nisa 94)
‘’Selam’’ ve ‘’Kelime i Tevhid’’ Müslümanın en önemli şiarlarıdır. Müminler tanımadıkları insanlarla bu yüksek nitelikte ‘kelimeler’ le irtibat kurarlar. Bir rivayette göre şunlar aktarılmıştır. ‘’Üsâme ibni Zeyd (ra) anlattı; ‘Rasulullah (sav) bizi Cüheyne kabilesinin Huraka kolu üzerine gönderdi. Sabahleyin ansızın hücum ettik. Ben ve Ensar’dan bir kişi onlardan bir adama ulaştık. Biz onun üzerine yürüyünce, adam: ‘ Lâ ilâhe illallah’ dedi. Bunun üzerine Ensar’dan olan arkadaşım ona hücumdan vazgeçti; ben ise mızrağımı ona sapladım ve adamı öldürdüm. Medine’ye gelince bu olayı Rasulullah (sav) bunu duymuş ve bana: ‘Ey Üsâme! Lâ ilâhe illallah dedikten sonra adamı öldürdün mü?’ diye sordu. Ben: ‘Ya Rasulullah! O, bu sözü sadece canını kurtarmak için söyledi’ dedim. Nebi (sav): ‘Lâ ilâhe illallah kıyamet günü karşına geldiğinde ne yapacaksın?’ dedi. Ben (mahcup olarak):’ Ya Rasulullah! Allah’tan bana mağfiret etmesini dile’ dedim. O tekrar ederek ‘Lâ ilâhe illallah dedikten sonra adamı öldürdün mü?” diye sordu. Bu sözü o kadar çok tekrarladı ki, ben, daha önce Müslüman olmamış olmayı dahi temenni ettim’’ (Buhârî, Diyât 2, Meğâzî 45; Müslim, Îmân 158-159. Ayrıca bk. Tirmizî, Tefsîru sûre, 11)
Nisa 94. Ayeti celilede ‘selâm’ kelimesi ‘eminlik, güven, barış’ manasında ‘silm’ kelimesinden türedi kelimedir. Müslim de aynı köktendir. Müminler bir kişiye o kendini ‘Müslüman’ olarak takdim ediyorsa onun bu iddiasından emin olmak için önce tetkik etmek ve ardından bu ifadeye uygun muameleyi tevdi etmek zorundadırlar. Şüphe üzerine kimse kimsenin küfrüne, şirkine veya düşmanlığına hükmedemez. Bu tavır aksine ‘huzur’un, ‘emin’ liğin bir güvencesidir. Müslümanların aralarındaki ilişkilerde temel bir ölçüdür, henüz Müslüman olanların samimi müttaki müslümanlaşmaları için kapıyı açık tutmaktır. Kaldı ki bir Müslüman diğer kardeşi Müslümanı tanıyor, biliyor, yıllardır aynı toplumda birbirlerine, yapıp ettiklerine tanık oldukları halde kendini ‘Müslüman’ olarak tanımlayan bu şahsı halde bazı referanslar üzerinden nasıl tekfir edebilir ki?
Kardeşliğin inkârı ve toplumsal maslahatları kolayca terk etmek sonuçlarını doğuran tekfir konusunun ortaya çıkmasındaki temel sebep genel olarak cehalettir, maslahatlar ve kardeşlik inceliklerini gözetmeyen tutumlar; haşevi, boş sözler, ithamcı yargılamalardır. Bu nevi sözler siyasî hırslar, hizipçilik, mezhep taassubu, nefsani arzulardan kaynaklanan, ümmet gücümüzü eriten, aramızda husumeti büyüten şeytanı sevindirten davranışlardır. İlk yıllarda büyük günah işleyen müminin dinden çıkıp çıkmadığı konusuyla sınırlı kalan tekfir konusu Müslümanlarda tetkik, mütehassıslık ve metot bilgileri arttıkça daha belirginlik kazanmıştır. Tarihte mezhepler doğduktan bazı mezhep mensuplarının karşı görüşte olanları dinin aslı üzerinden yargılamaya başlaması ayrışmayı kuvvetlendirmiştir. Bu bir cahiliye hastalığıdır. Geçmişte ehli kitaptan bazı kişilerin başvurduğu da aynı yozlaşma ve ithamcılıktı. Bu tarz aşırılıklar ve sahife fıkhı darlığı (Seyyid Kutub ’un adlandırmasıyla) uygulamaları Müslümanların gücünü eriten, onları güçsüzleştiren bir hastalık olarak Ehli Kitap tarihindeki yerlerini almışlardır.
‘’Hepsi de kitabı okumakta oldukları halde Yahudiler, “Hıristiyanlar hiçbir asıl/gerçeğe dayanmıyor” dediler; Hristiyanlar da “Yahudiler hiçbir asıla/gerçeğe dayanmıyor” dediler. Bilmeyenler de onların dediklerine benzer şeyler söylediler. Allah, ayrılığa düştükleri konularda kıyamet günü aralarında hükmünü verecektir’’(Bakara 113)
Hilafetin yıkılmasının ardından Müslüman diyarlarındaki yönetimlerin Batı kültürünün etkisi altına girmesiyle birlikte tekfir problemi yeniden baş göstermiştir. Mısır’da İhvan mensuplarının 1936 yılından itibaren batıcı İslam ve ümmet düşmanı yöneticilerce hapse atılarak işkenceye maruz kalması, Hasan el-Benna ve Seyyid Kutub gibi liderlerinin şehid edilmeleri gençler arasındaki sert değerlendirmeleri görünür kılmıştır. Diğer bir örnek; Müslümanların batı karşısında gerilemesi ve batı eliyle ümmetin parçalanmasından sonra, Müslüman beldelerde batıcı rejimlerin kurulmasının ardından yaşananlar karşısında pasif halde oturmak yani çözümsüzlüğü benimsemek yerine içinde bulunulan koşullarda siyaset yapmak dinen mahsurlu değildir görüşü benimsendi. Bunu savunanlarca ‘modern cahili sistemlerde de yaşanılsa siyaset yaparak bazı haklar kazanılmalıdır’ gerekçesinin fıkhi çerçevesi savunulmaktadır. Bu görüşü mahsurlu bulanlarca ’Laik seküler düzende tağutun hükmüne boyun eğilmez’ denilerek demokratik sistem içindeki uygulamalar küfür olarak ve uygulayanlar da kâfir olarak suçlanmaya başlandı. Bir diğer örnek da; Müslümanların kendi iç meselelerinden sayılacak bazı görüş ayrılıkları aynı ithamcılığı gündeme taşınması konusudur. Tasavvufi kabulleri savunanlara karşın Kuran’dan ve sünnetten bazı deliller üzerinden mukayeseler yapılarak karşı görüş sahipleri aynı şekilde birbirlerini dinen dışlayarak suçlar hale gelmişlerdir.
Kardeşliği ve ümmetin birliğini tahrip eden bu konuda bazı ölçülerin bilinmesi gerekiyor:
‘’Allah’tan başka bir ilâh bulunmadığına, Rasulullah (sav) ın Onun elçisi olduğuna ve Ondan vahiy getirdiğine kesinlik derecesinde inanan bir kimse tekfir edilemez. Ehli kıble tekfir edilemez. (İbn Asâkir, s. 408-409; Ali el-Kārî, s. 162; Keşmîrî, s. 16-17). Âlimler arasındaki yoruma açık görüş farklılıklarında (hakkında kati delili olmayan konularda) dinen ayrışma olamaz. Bilmeden bazı yanlış inançları benimseyen kimse tekfir edilemez. Bilgisizlik mazeret kabul edilmiştir. Bundan dolayı Müslümanın öncelikle insanı küfre düşüren inanç ve davranışları öğrenmesi ve bunu bilmeyene tebliğ etmesi İslami bir görev sayılmıştır (İbn Kayyim el-Cevziyye, I, 367).
Tevhidin sınırlarını zorlayan hatta kişiyi imansızlığa sürükleyen ameller bellidir: Tevhid, nübüvvet, ahiret. Kuranın lafzen ve manasıyla hak olmasını kabul etmemek, Sireti Rasulullahı ve Sünneti yok saymak, nasları tahribata kalkışmak, İslâm’ın hükümleriyle ahlaki ölçüleriyle alay etmek, haramları helâl, helâlleri haram saymak, putlara veya ölmüş veya yaşayan kişilerden tevessül dilemek (uluhiyet niteliklerinden birini taşıdığına veya insanın hidayet ve dalâleti üzerinde tasarruf gücü olduğuna inanılan bir kimseyle Allah’a tevessülde bulunmak şirktir. Ancak ulûhiyet vasfı atfetmeden dualarını sadece Allah’a arzederek sâlih kullarla tevessülde bulunmak şüpheli bir durumdur ama ilki gibi tekfir olarak itham edilmemelidir) (Abdurrahman b. Hasan, s. 84, 149; Reşîd Rızâ, XI, 228-229; Behnesâvî, s. 134). İnsan, hayvan, cahili kültür ve mitolojik şeylere-nesnelere tapmak, gayri müslimlere mahsus ibadetleri icra etmek, onlara ait dinî kıyafetleri giymek, kendilerine kâfir demekten kaçınmak, Allah’ın azabından emin olmak veya rahmetinden ümit kesmek küfür alâmetleri şeklinde değerlendirilmiştir, küfür kelimelerini söylemek. Büyük günah işlemek, Ashaba dil uzatmak. Kur’an ve Sünnet’i sonraki nesillere intikal ettiren ashabı tekfir etmek, İslâm dininin ana kaynaklarına güvenmeyi ortadan kaldıracağı gibi Allah’ın ashaptan razı olduğu gerçeğiyle de (Tevbe100; Feth18) bağdaşmaz. (İbn Kayyim el-Cevziyye, I, 364-365; Reşîd Rızâ, VI, 399-409).’’ (İsl.Anskl. Tekfir md.)
Kur'an ı Mübin insanları Allah’ın dinine çağırır. Onları yeniden tevhide ve İslam’ın aydınlığına davet eder;
Kuran insanlar ve toplumlar arasındaki bozulmanın/ifsadın sonucunda süregelen tevhid-şirk çatışmasında muhataplarını sahih itikada davet eder. Kuranı Mübin; gaybi konulardan ibadet meselelerine, siyasetten kültüre tüm hayat pratiklerinde itikadı netleştirmeyi, toplumları ıslah etmeyi ve İslam’ı insanlar arasında yaymayı ve etki alanlarını genişletmeyi hedefleyen rabbimiz tarafından Rasulüne indirdiği bir kitaptır. Kur’an’ın esas aldığı inanç ve amelle kurulacak şahidlik/ tanıklık vasfına haiz net bir Müslümanlıktır. Hak olan kitabımız Kuranı Mübin’in aydınlığı ve yol göstericiliğinden ümmet olarak uzaklaştığımız aşikârdır. Yeniden İslam’a; tevhide hicret etmeliyiz. Ama bu kolay olamayacaktır. Bu süreçte ikna yöntemlerini seferber ederek, kusurları ıslah çabalarıyla, yeniden emir ve nehiyleri gündemleştirerek ve günahlardan uzaklaşıp takva yolunda kararlı bir şekilde ısrar etmekle ve rabbimizden kendimiz ve ümmet olarak mağfiret dileyerek olacaktır. İslam bilincini yaşatan bu konuda zorluklardan kaçınmayan takva ehli müminler var. Hedef Kuranla bizlere bildirilen vasat ümmeti inşa etmektir. Kusurlarımız var, zaaflar var, yanlışlar var ihmaller var ama çözüm de var. Elhamdülillah kitabı mübin aramızda mevcuttur. Müminlerin içinde ehli rusuh, fakih, müttaki muhakkik kişiler olarak çabalayanlar mevcuttur. İslami uyanış süreçlerinde şahidlik, sadıklık, mücahidlik bilincine sahip müminler bulunmaktadır.
‘’Rasulullah'ın irtihaline kadar süren Medine Dönemi, Kur'an ruhunun nizamlaşmasını ve İslam ümmetinin fiili varoluşunu sağladı. Medine Dönemi, Rasulullah'ın rehberliğinde tevhid akidesinin sosyalleştiği, kitleleştiği, kurumlaştığı zaman dilimiydi. Medine'de kurumlaşan birikim, Mekke'de talim edilen "değer" üzerinde temellerini oluşturmuştu. İçinde yaşadığımız toplumun ve nizamın bir katılımcısı mıyız yoksa zorunlu tebası mıyız? İçinde yaşadığımız toplum bir İslam toplumu değildir. Modern batıcı düşünce ve yöntemleri benimsemiş bir ulus toplumudur’’ (https://www.haksozhaber.net/okul/tevhidi-uyanisin-tarihi-kokleri-1-3039yy.htm)
İslam'ı özgün bir kimlikle yaşamak ve yaşamlaştırmak istiyorsak Kuranın ölçü ve hükümlerini ve Rasulullah’ın (sav) örnekliğini inancımızın ve kimliğimizin merkezine almalıyız. Ölçülere uymayan tevhid, kitap, vahiy, kati delil, muhkem asıllar konularında din ve akaid kabullerimizin altını çizmeliyiz ve bu konularda ilkeli olmalıyız. Görüş ayrılığı yaşadığımız Müslüman kardeşlerimizle sert ayrışmalar yerine ortak noktalarımızı çoğaltmayı hedefleyerek ve kararlı bir şeklide inanç ilkelerimizi muhafaza etmeli ama iletişimi koparmadan Müslümanca en güzel bir uslüb içinde ilişkilerimizi sürdürmeliyiz. Ümmet maslahatına dayalı ilişkileri korumakta kararlı olmalıyız. Ümmete, Müslümanların birliğine dua etmeli ve hep birlikte mağfirete koşmalıyız.
İslami uyanış ve hareketlerin son yüzyıl içinde ortaya koydukları ıslah, diriliş ve ihya çabaları üzerinde Allah’ın yardımını dileyerek ve istiğfar yönelimi içinde ayağa kalkmak için dua etmekteyiz. Yüce rabbimizin dinine yardım ederek sünnetullahın işleyişini Müslümanların lehine dönmesi için dua ve istiğfar etmekteyiz.
Yeryüzünde sabır, tevekkül ve hikmet yolundan ayrılamayan, sadece İslam ile hayatı okuyan ve onunla çözümler üretenin çabaları asla karşılıksız kalmayacaktır!
‘’Eğer siz ona (Rasulullah’a) yardım etmezseniz (bu önemli değil); ona Allah yardım etmiştir: Hani, kâfirler onu, iki kişiden biri olarak (Ebu Bekir ile birlikte Mekke'den) çıkarmışlardı; hani onlar mağaradaydı; o, arkadaşına ‘üzülme, çünkü Allah bizimle beraberdir’ diyordu. Bunun üzerine Allah ona (sükûnet sağlayan) emniyetini indirdi, onu sizin görmediğiniz bir ordu ile destekledi ve kâfir olanların sözünü alçalttı. Allah'ın sözü ise zaten yücedir. Çünkü Allah üstündür, hikmet sahibidir. Kolay da olsa zor da olsa sefere çıkın ve mallarınızla canlarınızla Allah yolunda cihad edin. Bilirseniz, bu sizin kendi iyiliğinizedir’’(Tevbe 40, 41)
Üç gün süren gergin, stresli, zaman zaman korkulu bir bekleyiş; pes etmek yok sabır ve metanet oldukça Allaha tevekkül içinde süren bekleyişin sonunda ilahi yardım mutlaka gelecektir. Hak ettiğimizde yaşadığımız ortamlarda, toplum içinde Allah’ın sözü mutlaka en yüksek olacaktır. Diğer kelimeler, sözler teoriler, albenili fikirler mutlaka zelil olacaklardır.
‘’Biz onların göğüslerinde kinden ne varsa çekip almışız. Altlarından ırmaklar akar. Derler ki: "Bizi buna ulaştıran Allah'a hamd olsun. Eğer Allah bize hidayet vermeseydi biz doğruya ermeyecektik. Andolsun, Rabbimizin elçileri hak ile geldiler." Onlara: "İşte bu, yaptıklarınıza karşılık olarak mirasçı kılındığınız cennettir" diye seslenilecek’’(Araf 43)
Rabbimiz bizleri Kuranı Mübin’in çizdiği yoldan, ilkelerden; istiğfar çabalarından, kardeşlikten, merhametten ayırmasın. Islah ve ihya çabalarıyla alacağımız yolda bizlere hikmetli davranmak nasip eylesin. İman kardeşlerimizin kalbini imanla, zihinlerini Kuran’ın aydınlığıyla doldursun. Bizleri Rasulullah sav in örnekliğinden takva hikmet yolundan ayırmasın.