Nurcan Büyük / HAKSÖZ DERGİSİ
Kapitalist işleyiş ve tüketim kültürü
Temellerini 14. yy’da İngiltere’nin bozkırlarında bulacağımız kapitalizmin, yapılan pek çok tanımının ortak noktasında genellikle sermayenin üstün ve etkin egemenliği ön plandadır. Sermayenin ve sermayedarların hâkimiyetinin varlık gösterdiği sistemin başlıca özelliği serbest, sınırsız, kayıtsız şartsız mutlak kazanç fikridir. İktisatçı Mannan’a göre kapitalizmin tüm kurallarının temelinde kazanç, rekabet ve rasyonellik vardır.
16. yy Avrupa’sında tanrısal olanın yok edilip yerine aklın inşa edilmesiyle din, hayatın dışına çıkarılmıştır ki kapitalizm de bu sürecin ekonomik yansımalarından biridir. Geçirdiği aşamalar sebebiyle tarım, ticaret ve endüstriyel kapitalizm olarak adlandırılmıştır. Tarım kapitalizminin ortaya çıkardığı vasıfsız ve işsiz köylü sınıfı, şehirli burjuvazi ile sömürgelerden elde edilen hammadde fazlası ve merkantilist politikalar sonucu birikmiş sermaye endüstriyel kapitalizmin dinamiklerini oluşturmuştur. Gerçekleşen Sanayi Devrimiyle birlikte üretimdeki artış da mevcut ülkelerin zenginleşmeyle birlikte pazar arama yarışına sebep olmuştur. Bu son aşamayla birlikte dünya ülkeleri ekonomik açıdan zengin, emperyalist ülkelerle rekabet gücünden yoksun, yoksul ülkeler olarak ikiye ayrılmıştır. Ancak hatırdan çıkarmamak gerekir ki kapitalizmi var eden sebepler sadece Avrupa içi şartlar değildir. Eğer keşifler ve deniz aşırı sermaye aktarımı, Afrika, Asya ve Latin Amerika’nın yeraltı ve yerüstü zenginlikleri Avrupa’ya aktarılmasa, ilk sermaye birikimi asla gerçekleşemeyecekti. O sebepledir ki kapitalizmin hamurunun Afrikalı siyahilerin, Amerikalı yerlilerin ve Asyalı mazlumların kanlarıyla yoğrulduğunu unutmamak lazım.
Tüketim toplumunun oluşumu
1920-1930’lara kadar üretimin öncelendiği kapitalist anlayış girilen krizlerden çıkardığı dersler neticesinde ‘seri üretim yöntemleriyle verimlilik ve kitle üretimi’ kavramını işlemeye başladı. Kitle üretimi doğal olarak tüketim sorununu ortaya çıkardı ki bu da kitle tüketiminin gerekliliğini doğurdu. Daha çok kazanarak daha çok harcanabileceği ilkesi işlenmeye başlandı. Talep yetersizliği nedeniyle yaşanabilecek sistem tıkanıklığı, kitlesel tüketim öğretiminin en önemli araçları olan reklamcılık ve pazarlama stratejileri gibi yeni kavramlarla aşılmaya çalışıldı. Neticede kitlesel tüketim öğretimi, ‘tüketim toplumu’nu ve ‘tüketim kültürü’nü ortaya çıkardı.
Yeni oluşan toplumun hiyerarşik yapısında artık üretime dayalı kalıplardan ziyade tüketime dayalı kalıplar belirleyici oldu. Mercedes gibi bir arabanın üretiminde yer almak değil ancak Mercedes gibi bir arabanın sahibi olmak statü kazandırır oldu. Torstein Veblen, ‘Aylak Sınıfın Teorisi’ kitabında tüketim mallarının insanın asli ihtiyaçları için değil de daha çok parasal gücü ve yaşam tarzının kalitesini gösterme amaçlı statü işaretleri olduğunu söyler. Statü, tüketim toplumunun en sevdiği, toplumsal hiyerarşide sıkça başvurduğu afili kavramlardan biridir. Kapitalist işleyişte ürünler, çoğu zaman insanın ihtiyacından öte sistemin ihtiyaçları gereği çıkar. Özellikle son yıllarda ‘tasarım’ adı altında çıkan ürünlerin çoğu, daha çok elit bir yaşam tarzını, sınıfsal gücü göstererek alıcısına statü kazandırma amacındadır. (Yakın zamanda ünlü bir firmanın ahşap bir kütüğe tasarım adı altında fahiş fiyat biçmesi örneğinde hatırlanacağı gibi.)
Kapitalizm yaşadığı çağın gereklerine göre değişim göstermiş, modern ve postmodern düşüncenin biçtiği elbiseye göre şekil almakta zorlanmamıştır. Modernizmin birey ve toplum anlayışı akılcı, bilimsel, ilerlemeci ve teknolojik gelişmeye dayanır. Ancak kendi gibi düşünmeyen, aydınlanma değerlerini üst değer kabul etmeyen her fikre düşmandır. Modernizm, temel ilke ve değerlerinin aktarımını devlet eliyle gerçekleştirirken modernizm sonrası olarak adlandırılan postmodernizmde bu baskıcı ve sert durum aşılarak farklılıkları aynı potada eritmeyi hedefleyen geçişken ve sürdürülebilir bir anlayış ortaya konmaya çalışılmıştır. Bu durum en çok da kapitalist pazara hizmet etmiş; kültür ve ticaret uyumlu hale gelmiştir. Modernizm geleneği, kültürü ve dinî olanı kötülemiş ve satış, reklam ve pazarlama stratejilerini de bu zeminde tüketiciye sunmuştu. Ancak yeni stratejiler gelenekle, dinle ve kültürle barışmış, böylece pazar ağını da genişletmiş oldu. Kültürün ve ticaretin uyumlu hale gelmesiyle tüketici de gelecek için bugünü feda etmeyen bir konuma çekilir. Dinî motifler içeren reklamların pek çoğunun arka planında bu amaç hedeflenmiştir.
Tüketimi ne belirliyor?
İnsan yaratılıp yeryüzüne indirildiği günden bu yana topluluk olarak yaşamını sürdürmektedir. Birlikte yaşama zorunluluğunun temel sebeplerinden biri de insanın ihtiyaçlarıdır. İhtiyaç kavramının zıddı hiçbir şeye muhtaç olmama halini anlatan ‘istiğna’ kavramıdır ki bu hal insanın sadece yaratılmışlara karşı değil yaratıcısına karşı da muhtaç olmama halini ifade eder.
İnsanın muhtaç bir varlık oluşu onu toplumsallığa iter. Neo-klasik iktisatçılar iktisadı “kıt kaynakları sınırsız ihtiyaçlar arasında bölüştürme ilmi” olarak tanımlar. Bu tanım gereği insan sınırsız ihtiyaçları olan bir varlıktır. Kapitalizm de pazarlama felsefesini bu yargı üzerine kurmuştur. Tüketim kültürünün olumladığı sınırsız ihtiyaçları olan insan tanımına nispetle pek çok kültürde temelde insanın ihtiyaçlarının sınırsızlığı sosyal ve ahlaki bir hastalığa işaret eder.
Gerçekten insanın ihtiyaçları sınırsız mıdır? Sınırsız olan ihtiyaçlarımız mıdır yoksa arzularımız mı? Bu iki kavramın karıştırılması neticesinde arzu ile ihtiyacın yanlış bir şekilde sıkça birbirlerinin yerine kullanıldığını görürüz.
Gazali, ihtiyaçları; zaruriyyat (yaşam için zorunlu ihtiyaçlar), haciyyat (insanların hayatını kolaylaştıran normal ihtiyaçlar), tahsiniyyat (zorunlu ve normal ihtiyaçların dışındaki daha çok estetik ihtiyaçlar) olarak üçe ayırır. İhtiyaç, insanların yaşayabilmeleri için doğal ve toplumsal gerekliliklerin tümü olarak tanımlanır. İhtiyaçların giderilmesi insanın doğumundan itibaren vardır ve süreklidir. İnsan bir günlük yemeğini temin eder, bir sonra ki gün için tekrar yemek ihtiyacı oluşur ve yine ekmeğinin peşine düşer.
Rabbimiz insanı yaratmış ve başıboş bırakmamıştır. Kâinatta her şey bir dengeye ve ölçüye göre yazılmıştır. Kur’an-ı Kerim’de mizan, kıst ve adl kavramları bu ölçü, denge ve düzeni ifade için kullanılmıştır.
“Göğü Allah yükseltti ve mizanı (dengeyi) o koydu.” (Rahman, 55/7)
“Biz, her şeyi bir ölçüye göre yarattık.” (Kamer, 54/49)
Bu ölçü, sadece kâinat sistemi için değil aynı zamanda insanın anlam dünyası ve eylemleri için de geçerlidir. Bu sebepledir ki İslam, insanın ihtiyaç ve isteklerini ahlaki bir zemine oturtmaya çalışır. Ahlakilik, kapitalizmin sorunu olmamıştır. Çünkü kapitalizm, süreç değil sonuç odaklıdır. Onun için asıl olan kazançtır. Daha çok üretmeyi, daha çok tüketmeyi emreder ve bunları yaparken de kazancı tamamen insan ürünü görür. İnsanı da kazancının ve harcamasının tek efendisi görür.
İslami değer yargısı Müslümana yaptığı tercihler, eylemler karşısında nasıl sorusu kadar niçin sorusunu sormayı da hedefler. Namaz kılmayı emrederken nasıl kılınmasını orta koyup aynı zamanda niçin kılınması gerektiğinin muhasebesini de yaptırır. İnsanın nefsinden başlayıp hayatın her alanında yapılan bu muhasebe adil ve dengeli bir dünyanın varlığı için gerekli bir eylemdir. Müminler, vahiy merkezli hayat tasavvuruna sahiptir. ‘Kitab’, ‘mizan’ ve ‘demir’e sahip olurlarsa yeryüzünde adaleti tesis edebilirler. “İşte böylece sizin insanlığa şahitler olmanız, Resul’ün de size şahit olması için sizi mutedil bir millet kıldık.” (Bakara, 2/143)
Müslümanlar ihtiyaçlarının karşılanması için atacakları adımlarda fahşa ve münkerden, yalandan, aldatmadan, faizden azami derecede uzak durma çabası gütmek zorundadır. Bu sebeple ihtiyaçlarımızı belirlemede ve karşılamada kapitalistlerin kışkırttığı hedonist eğilimleri değil, fıtratımızın sükûn bulup Rabbimizi razı edeceğimiz vahyi esas almalıyız.
Tüketim kültürü için ihtiyaç nedir?
Sanayi devrimi sonrası ortaya çıkan gelişmeler neticesinde önce İngiltere daha sonra da diğer Avrupa ülkelerinde üretimin kitleleşmesiyle mevcut malların satılabilmesi için ihtiyaçların farklılığı ve yeni ihtiyaçların yaratılması temel bir ilke olmuştur. Sanayileşmeye değin kültür, toplumun birlikte ürettiği değerlerin bütünüydü ve toplumun rengini taşırdı. Ancak kapitalizmle birlikte artık büyük şirketlerin eline geçip, üretilip pazarlanan bir nesneye dönüştü. Geçmişin ve geleneksel olanın reddedilmesiyle insanın ihtiyaçları yeniden tanımlandı. Çünkü o artık yeni çağın insanıydı.
Yaşadığı dönemdeki toplumsal değişimlere odaklanan Durkheim, üretimin artırılıp artan malların satılabilmesi için ihtiyaçların farklılaştırılmasına karşı çıkmış, bunu kamusal bir tehlike olarak görmüştür. Toplumun her kesiminde uyandırılan tüketme arzusunun hangi düzeyde sınırlandırılması gerektiğinin düşünülmeden yapılmasına itiraz etmiştir. Weber ise bunun endüstriyel kapitalizmin bir ihtiyacı ve hedefi olduğunu ileri sürmüştür.
Kapitalist işleyiş, üretim ve tüketim dengesi için satın alma isteğinin sönmesine asla izin vermez. Sistem, ihtiyaçların doyuma ulaşması ya da arzuların yeterince uyandırılmaması tehlikesine karşı insana daha çok çalışmayı ve daha çok tüketmeyi salık verir. Bu sebeple de Weber, kapitalizmin öncelikle mücadele alanı olarak ‘düşman geleneksellik’ olarak adlandırdığı duygu ve davranışları gösterir. İnsan doğasının çok çalışmaya alışkın olmadığını, alıştığı biçimde yaşayacak kadar geçimliğin ona yeteceği sebebiyle onun ‘kanaat’ anlayışını kırmanın gerekliliğine vurgu yapar. Weber’e göre insanın doğası gereği üretimle tüketim arsında denklik kendiliğinden ortaya çıkmayacaktır; bu yüzden de tüketicilerin buna razı edilmesi gerekir.
İnsan yeni tüketim kültürüyle doyumsuzluğa doğru yol almaktadır. Bu süreç, aynı zamanda insanın kendisine, eşyaya ve doğaya karşı yabancılaşma sürecidir. Çünkü tüketim, insanın ihtiyacına göre belirlenmeyip dayatılan bir durum haline gelmiştir ki bu her şeyden önce insanın fıtratından uzaklaşmadır.
İnsanın ontolojik varlığı, eşya merkezli değildir. İlahi olanla ilişkisi kopartılan insan, tüketim aracılığıyla elde ettiği mal ve bu tüketimden elde ettiği hazla kendisini tanımlayıp ifade edemez. Ancak tüketim çağı, bu iddiayı da üzerine alarak yeni insanı tanımlamak ve insanı buna inandırmak için canhıraş çalışmaktadır.
Kapitalizm, varlığının en önemli koşullarından olan üretim ve tüketim dengesi için satın alma hevesini hep canlı tutarak insanın kazanma hırsını bileyip daha çok kazanmanın daha çok çalışmayla olacağını söyler. İnsana ait her alanın belirleyicisi olma çabasındadır. “Ne, nerede yenir? Nereye gidilir? Ev nasıl döşenir? Nasıl sağlıklı kalınır?” gibi pek çok sorunun cevabı ondadır. İnsanların zihninden söküp alınmış ‘kanaat’ duygusuyla birlikte o artık amacını kaybetmiş, harcamak için yaşayan bir robot haline dönmüştür. Özellikle büyük alışveriş merkezlerinde, ihtiyacı ve alma düşüncesi yokken elinde torbalarla ayrılan ve ucuza aldığı şeyle mutlu olan pek çok insan görmüşüzdür. Çünkü algılarımız ‘ucuz’ kelimesine karşı uyarılmış ve güdülenmiştir. Bu aşamada, ‘Müslümanlar en iyisine layık’ sloganı da tüketme arzusundaki Müslümanlar için bir kurtarıcı olmuş, ‘en iyi’nin ne olduğu sorgulanmadan, maalesef tüketim kültürünün coşkulu sularına teslim olunmuştur.
Tüketim kültürü, insanın dışındaki güçlerce şekillendirdiği tüketimi ikna yoluyla yaygın hale getirerek hem kapitalizmin yeni mabetlerini hem de sadık müritlerini adım adım inşa etti. Dinden siyasete, spordan sanata her şey; gösterinin, eğlencenin ve tüketimin nesnesi haline dönüşmüş durumda. Piyasa kurallarınca belirlenen ürünler, reklamlar, TV, sinema, diziler, magazin figürleri vesilesiyle hayatımıza girmiş durumda.
Sonuç
İslam’ın kapitalizme itirazı sadece sermayenin tekelleşip tüketimin israf derecesine ulaşmasına ilişkin değildir. İtirazın temel noktası, kapitalizmi ortaya çıkaran bilgi biçimine yöneliktir. Tüketim kültürünün kendisine dayanak yaptığı ‘ihtiyaç’ kavramının Müslümanlar nezdindeki karşılığı, ekonomik olmaktan öte ‘ahlaki’ bir meseledir. Ahlakilik, tüketim kültürüyle girişilecek mücadelenin önemli bir aşamasını da oluşturacaktır. Müslümanlar için ahlakilik, vahyin çizdiği sınırları gözetmek ve bunu toplumsal bir dinamiğe dönüştürme iradesini ortaya koymaktır.
Her birimiz, mahkûm olduğumuz kapitalist sistemin içinde yaşıyor, ekmeğimizi bu sistemin pisliklerine en az şekilde bulaşarak kazanmaya çalışıyoruz. Ancak unutmamak lazım ki aldığımız kişisel tedbirler belki bizleri bir nebze rahatlatacak ama mevcut küresel sistemin işleyişine bir etkisi olmayacaktır. Küresel kapitalist sistemin insanı ezen, sömüren her şeyden önemlisi Rabbinden uzaklaştıran müstağni yüzünün karşısına hakkın adil şahitleri olarak çıkmadıkça kulluk görevimizi tam olarak yapmış olmayacağız.
Dünyanın pek çok coğrafyasından yükselen adalet çığlıklarına karşı hayatı yeniden vahiyle inşa edecek bilinci ve eylemliliği kuşananlara selam olsun.
Not: Nurcan Büyük tarafından kaleme alınan makale Haksöz Dergisi'nin Ocak 2016 sayısında yayımlanmıştır.