Trump’ın 'Vadedilmiş Topraklar' Planı

“Sözde barış planı, bir yandan başkenti Doğu Kudüs olan bir Filistin Devleti öngörürken, “Birleşik Kudüs’ün İsrail’in ebedi başkenti” olacağını öne sürmektedir. Planın temel amacı, İsrail’in fiili işgalini meşrulaştırmaktır.”

Analiz: Prof. Dr. İrfan Kaya Ülger / AA

ABD Başkanı Donald Trump, 28 Ocak 2020’de “yüzyılın anlaşması” olarak nitelendirdiği ve Orta Doğu Barış Planı olduğunu iddia ettiği belgeyi açıkladı. İçeriği, vizyonu ve uygulanabilirliği bakımından planın Orta Doğu’nun en kadim sorunu olan Arap-İsrail çatışmasını sonlandırma amacı ve potansiyeline taşıdığını öne sürmek mümkün görünmüyor. Öncelikle plan tek bir tarafın görüşünü yansıtmaktadır. Planın hazırlanması aşamasında Filistin tarafı ile irtibat /ilişki kurulduğuna ilişkin bir karine bulunmamaktadır. Trump’ın İsrail Başbakanı Binyamin Netanyuhu ile birlikte Beyaz Saray’da yaptığı basın toplantısında Filistinlilerin görüşlerinin alındığı, planın ortak mutabakat veya uzlaşma ile hazırlandığına ilişkin bir ifade kullanılmamıştır. Plan, İsrail ve ABD’deki Yahudi lobisinin ortak çabasının ürünüdür.

Planın içeriğinde neler var?

Ana hatlarıyla sıralamak gerekirse en başta iki devletli çözüm, ardından birleşik Kudüs’ün İsrail’in başkenti olarak varlığını sürdüreceği iddiası. Aynı zamanda yeni kurulacak Filistin Devletinin başkentinin Doğu Kudüs olacağı görüşü. Plana göre, yeni kurulan Filistin devletinin güvenlik hizmetleri başlangıçta İsrail tarafından sağlanacak ve daha sonra Filistin Devleti güçlendiğinde yükümlülük devredilecek. Filistinliler ve İsrailliler halihazırda yaşadıkları topraklardan ayrılmaya zorlanmayacaklar. Filistinli mültecilere ileride bulundukları ülkede yaşama, Filistin Devletine dönme veya üçüncü bir ülkeye yerleşme seçenekleri sunulacak.

181 sayfalık barış planı üç ana bölümden oluşmaktadır. İlk bölümde siyasi çerçeve başlığı altında Orta Doğu barış sürecinde yaşanan sıkıntıların nedenleri, iki devletli çözüme neden ihtiyaç duyulduğu, taraflarının görüşleri, barış vizyonunun taraflar ve bölge üzerindeki etkileri, Kudüs’ün statüsü, sınırlar ve güvenlik konuları yer almaktadır. İkinci bölümde bölgenin ekonomik durumu ve potansiyeline dikkat çekilmekte, son bölümde ise ABD’nin ileride yapacağı yardım, teşvik ve taahhütler yer almaktadır.

Barış planının Arap-İsrail sorununu çözüme kavuşturma, bölgeye barış getirme gibi iddiaları fanteziden ibaret görünmektedir. Zira plan tek yanlı bir perspektifle hazırlanmıştır. Planın hazırlanmasında Filistin tarafı ile temas kurulup kurulmadığı belirsizliğini korurken metinde kullanılan dil, İsrail’i korumayı ve güçlendirmeyi hedefleyen klasik ABD bakış açısını yansıtmaktadır. Planın açıklandığı toplantıda Filistin tarafını temsil eden kimsenin bulunmaması da planın ölü doğduğunu gösteren bir başka işarettir. Bu plan esas itibarıyla İsrail’in haksız kazanımlarını hukukileştirme ve meşrulaştırma amacı taşımaktadır. Planın uygulamaya aktarılması ihtimali düşüktür. Filistin tarafının bu plana kuvvetli bir şekilde muhalefet edeceği ilk andan itibaren ortaya çıkmıştır. Öte yandan mevcut koşullarda planın uygulanmak üzere hazırlandığı da kuşkuludur. Zira, planı hazırlayanlar uygulanma ihtimalinin düşük olduğunu da dikkate almışlardır. Ama şu husus net: Plan, uygulansın veya uygulanmasın hedefi bellidir. O da, İsrail’in önce Filistin coğrafyası, ardından da “Vadedilmiş Topraklar” üzerindeki tahakkümünü tedricen güçlendirmek. Planın önemli başlıkları incelendiğinde ortaya çıkan manzara budur.

Kudüs üzerindeki İsrail işgalini meşrulaştırma

Trump'ın sözde barış planı, öncelikle İsrail’in Kudüs üzerindeki tahakkümünü güçlendirme, devletler hukukuna göre meşru olmayan fiili durumu yasallaştırma amacı taşımaktadır. Gerçekten de İsrail, Kudüs kentinde işgalci durumdadır. İsrail’in mevcut sınırları ve Kudüs üzerindeki tahakkümü, devletler hukukuna aykırılık teşkil etmektedir. İsrail, kentin batı bölümünü 1948 yılında ve Doğu Kudüs’ü de 1967’de işgal etmiştir. Ne Batı Kudüs’te, ne de eski şehir olarak bilinen Doğu Kudüs’te İsrail’in hakimiyeti hukuki meşruiyete sahiptir. BM Genel Kurulu’nun 1947 tarihli 181 sayılı bölünme kararında, Filistin’de İngiltere mandası sona erdiğinde bir Yahudi Devleti kurulması, bir de Filistin Devleti kurulması ve bu arada üç tek tanrılı din bakımında da kutsal kent kabul edilen Kudüs’ün BM tarafından yönetilmesi öngörülmüştü. “Corpus Separatum” adı verilen BM idaresindeki kent yönetimi, uluslararası statüye sahip olacaktı. Bu kararın ardından, Yahudi komitacılar 14 Mayıs 1948’de oldu-bitti ile İsrail Devletini kurmuşlardır. Bu arada Filistin Devletinin kurulması için tahsis edelin toprakların bir bölümünü de işgal etmişlerdir. O dönemde Kudüs’ün batı bölümü İsrail tarafından işgal edilmiş, doğu bölümü Ürdün idaresinde kalmıştır. Filistin devleti kurulamadığı için yerlerinden edilen yüzbinlerce Filistinli başka ülkelere iltica etmişlerdir.

İsrail, 1967 savaşında kentin eski şehir olarak da bilinen doğu bölümünü de işgal etmiştir. Hukuken ne Batı Kudüs üzerinde egemendir, ne de Doğu Kudüs. Devletler hukukuna göre her ikisi üzerinde de işgalci konumundadır. 1980 yılında Menachem Begin başbakan iken Kudüs kenti İsrail tarafından başkent ilan edilmiştir. Ama hiçbir ülke, büyükelçiliğini Tel Aviv’den Kudüs’e taşımamıştır. Trump dönemine kadar ABD’nin tavrı diğer devletlerden farklı olmamıştır. Dolayısıyla barış planı evveliyetle bu fiili işgali meşrulaştırma, hukukileştirme amacı taşımaktadır.

Barış planının bir başka amacı da, Kudüs kentinin çok uluslu çok dinli statüsünü ortadan kaldırmaktır. Sembolik olarak Müslümanlara ibadet/ ritüel haklarının tanınacağından bahsedilmektedir. Ama esas amaç, üç tek tanrılı din bakımından da kutsal olan Kudüs kentinin Yahudileştirilmesidir. Nitekim bölünme kararında BM tarafından yönetilmesi öngörülen, ama daha sonra Batı ve Doğu bölümleri İsrail işgaline giren Kudüs’ün fiili durumunu, Trump tarafından hazırlanan plan meşrulaştırma, hukukileştirme amacı taşımaktadır.

İki devletli çözüm fantezisi

Barış planında İsrail ile Filistin’in barış içerisinde bir arada yaşayacağı iki devlet modeli önerilmektedir. Ancak planın hiçbir yerinde iki devletli çözüm için uluslararası toplumun asgari müşterek oluşturduğu 1967 sınırlarına dönmekten bahsedilmemektedir. Haziran savaşı olarak da bilinen 1967 savaşında İsrail, Gazze Şeridi, Batı Yakası, Golan Tepeleri ve Sina Yarımadası'nın yanında Kudüs’ün doğu bölümünü işgal etmiştir.

BM Güvenlik Konseyi ve Genel Kurul tarafından alınan çeşitli kararlarda, İsrail’in yaptıklarının hukuka aykırı olduğu, güç kullanılarak toprak kazanılamayacağı belirtilmiştir. 242 sayılı kararda İsrail, işgal ettiği tüm topraklardan çekilmeye çağrılmıştır. Bu kararın altında ABD’nin de imzası vardır. Benzer şekilde 1973 savaşından sonra BM Güvenlik Konseyi tarafından kabul edilen 338 sayılı kararda da İsrail’in işgal ettiği toprakları terk etmesi ve 1967 öncesi sınırlara dönme çağrısı yapılmıştır. Günümüzde AB, eskiden AT olarak adlandırılan Batı Avrupa’daki bütünleşme hareketinin o dönemde yeni canlanan ortak dış politika perspektifinde de iki devletli çözüme atıf yapılmıştır. AT’nin 1980 tarihli Venedik Deklarasyonunda bu husus üzerinde ağırlıklı olarak durulmuştur. Kararda, İsrail- Filistin anlaşmazlığına ancak Filistin halkının kendi kaderini tayin hakkı temelince ve BM kararlarına uygun çözüm bulunabileceğine işaret edilmiştir.

Bir başka uluslararası örgüt olan İslam Konferansı Teşkilatının kurulmasının temelinde İsrail-Filistin ihtilafı ve Kudüs meselesi yatmaktadır. 1969 yılında Mescid-i Aksa’yı kundaklayan Yahudilere karşı tepki gösteren Müslüman devletler Fas’ın başkenti Rabat'ta bir araya gelmişlerdir. Konferans adı altında yapılan toplantı daha sonra kurumsallaşmış ve uluslararası örgüte dönüşmüştür. 2011 yılından bu örgüt yeniden yapılanmış ve İslam İşbirliği Teşkilatı adını almıştır. İslam ülkelerinin Kudüs duyarlılığı ve İsrail hassasiyeti eskiye kıyasla azalmış olsa da varlığını korumaktadır. Trump’ın ABD büyükelçiliğini Kudüs’e taşıma kararından sonra uluslararası toplumun Filistin lehine tutumunun ne kadar güçlü olduğu görülmüştür. BM Genel Kurulu’nda 2017 yılında ABD, katılımcıların kahır ekseriyeti tarafından kınanmıştır. Bu kararın alınmasında İslam İşbirliği Teşkilatı ve dönem başkanı Türkiye öncülük etmiştir.

Trump’un önerdiği iki devletli çözüm haritası incelendiğinde 1967 sınırlarından bahsedilmediği, Batı Şeria'da işgal edilmiş topraklardaki Yahudi yerleşim birimlerinin meşrulaştırıldığı ve İsrail topraklarının ayrılmaz parçası olarak nitelendirildiği görülmektedir. 1967 savaşından beri İsrail işgali altında bulunan ve hukuken Suriye toprağı olan Golan Tepelerinin İsrail tarafından ilhak edilmesinin ABD yönetimi tarafından teşvik edilmesi de bir başka garabet olarak varlığını korumaktadır. Öte yandan kurulması öngörülen Filistin devletinin egemenlik haklarının kısıtlanması söz konusudur. Planda Filistin Devletinin yetkileri hem güvenlik, hem de askeri bakımdan budanmıştır. Plandaki ifade şudur: Gelecekteki Filistin devleti, İsrail ile birlikte teröre karşı işbirliği yapacak ama askeri gücü olmayacaktır. Planda bahsedilen Filistin topraklarının nasıl iki katına çıkacağı ise muamma olarak orta yerdedir.

Adım adım vadedilmiş topraklar

1897'de Basel’de toplanan Dünya Yahudi Kongresinde 100 yıl içerisinde Yahudi devleti kurma ve ardından da kendilerine Tanrı tarafından taahhüt edilen Vadedilmiş Topraklara (Arzı Mevud) ulaşma politik bir hedef olarak öngörülmüştü. Vadedilmiş Toprakların sınırları Nil deltasından Fırat’ın doğduğu topraklara kadar uzanmaktadır. Bu hedeflere ulaşmak için tüm Yahudilerin kazançlarından zorunlu olarak alınan bir fon sistemi kurulmuştur. Yahudi Ulusal Fonu adı altında toplanan paraların siyasi hedeflere ulaşmak için kullanılacağı, Basel kongresinde kayıt altına alınmıştır. Bu toplantıda alınan karar gereği olarak yürütülen faaliyetlerin neticesinde 50 yıl sonra Yahudi devleti (1948 yılında) BM kararıyla kurulmuştur. Siyonist düşüncenin yeni hedefi ise Vadedilmiş Toprakların denetim altına alınmasıdır. Fanatik Yahudiler bunun bir Tanrı buyruğu olduğunu, buna aykırı davrananların cezalandırılmaları gerektiğine inanmaktadırlar. Nitekim, “Tanrının emrine karşı geldiği, barış süreci adı altında Filistinlilere toprak tahsis ettiği için”, eski İsrail Başbakanı Yitzak Rabin, 1996 yılında fanatik bir Yahudi hukuk fakültesi öğrencisi Yigal Amir tarafından katledilmiştir. İsrail toplumunun tamamının Siyonist görüşleri benimsediği iddiası tabii ki doğru değildir. Bununla birlikte, demokratik görünümüne rağmen İsrail’in bir “şeriat devleti” olduğu bir vakıadır. Daha da vahimi, başta ABD olmak üzere dünyanın bir çok yerinde etkili olan Yahudiler, Siyonizmin ideallerini ve ütopyalarını gerçekleştirmek için her türlü ekonomik, siyasi ve askeri aracı kullanmaktadırlar.

Tam bu noktada Trump’ın seçildiği tarihten günümüze kadar ortaya koyduğu İsrail yanlısı performansı hatırlatmakta yarar bulunmaktadır. En başta ABD büyükelçiliğinin Tel Aviv’den Kudüs’e taşınması, ikinci olarak Golan Tepelerinin ilhakının ABD tarafından tanındığının açıklanması ve son olarak da barış planında da vurgulanan Batı Yakasındaki Yahudi yerleşim bölgelerinin İsrail’in topraklarına dahil olduğu görüşü. Trump’ın Netanyahu ile ortak basın toplantısında açıkladığı, ABD’nin İran nükleer anlaşmasından çekilmesini de bu arada zikretmek gerekir. Tüm bunlardan çıkan netice Trump tarafından ortaya atılan projenin uygulanmaya aktarılmasının fanatik Yahudi ütopyasına hizmet amacı taşıdığıdır.

Plan Filistinlileri bir araya getirebilir mi?

Trump, Beyaz Saray’daki basın toplantısında bu plandan herkesin kazançlı çıkacağını öne sürmüş, hem iki devlet kurulacağını hem de bu durumun İsrail’in güvenliğine tehdit oluşturmayacağını iddia etmişti. Filistin Devleti için 4 yıl içerisinde 50 milyar dolar kaynak tahsis edilmiştir. Peki bu planın uygulama şansı var mı? Planın muhatapları en başta Filistinliler bu konuda ne düşünüyorlar? Mahmud Abbas, Filistin devlet başkanı olarak, barış planını ciddiye almadığını ve bir komplo olarak değerlendirdiğini ifade etmiştir. Abbas, Ramallah’ta yaptığı açıklamada “iki devletli çözüme her zaman olduğundan çok daha uzağız” ifadesini kullanmıştır.

Barış planı konusunda Arap hükümetleri birbirlerinden farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Ürdün Dışişleri Bakanı, 1967 sınırlarında bir Filistin Devleti kurulmasını desteklediğini açıklamış ve İsrail’in Batı Yakasının tamamını ilhak etme tehlikesine dikkat çekmiştir. Geçmiş dönemlerde Filistin davasının savunucuları olan Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri tarafından yapılan açıklamalarda ise destek mesajları gelmiştir. Hamas tarafından yapılan değerlendirmede ise sözde barış planı “Filistin halkına karşı düşmanca bir tutum” olarak yorumlanmıştır. Uygulamaya aktarılma ihtimali bulunmayan bu planın önümüzdeki dönemde Filistin cephesinde iki başlılığın aşılmasına katkı sağlaması muhtemel görünmektedir. Hamas ile el-Fetih arasındaki anlaşmazlığın akşamdan sabaha sona ermesi kimse tarafından beklenmemektedir. Ancak Trump planının bir dönüm noktası olma, işbirliği ve uzlaşma için zemin teşkil etmesi güçlü bir ihtimaldir.

Moskova, Brüksel ve Pekin ne diyor?

Arap Baharı sonrasında Orta Doğu’nun büyük travma ve transformasyon yaşadığı bir dönemde ortaya atılan ABD barış planını diğer aktörler nasıl karşıladı? Moskova, ihtilafın taraflarını doğrudan görüşme yapmaya çağırmış, barış planının iki tarafın ortak görüş ve uzlaşmasını yansıtmasının esas olduğunu bildirmiştir. AB’nin plan konusundaki resim açıklaması ise ılımlı ve taraflara itidal tavsiye eden nitelikte olmuştur. Ortak Dış Politika Yüksek Temsilcisi Joseph Borrel tarafından yapılan açıklamada, AB’nin ortaya konulan teklifi değerlendireceği belirtilmiştir: “AB, hem İsraillilerin hem de Filistinlilerin haklı beklentilerini dikkate alan, müzakerelere dayalı, yaşayabilir iki-devletli bir çözüme olan güçlü bağlılığını sürdürmektedir. Barışın BM kararlarına ve uluslararası düzeyde mutabık kalınan parametrelere saygı göstererek yapılması esastır ve bu çerçevede gerektiğinde AB de rol üstlenmekten kaçınmayacaktır.” Çin Dışişleri Bakanlığı tarafından yapılan açıklamalarda ise soruna BM kararları esas alınarak çözüm bulanabileceği görüşü vurgulanmış ve Filistin halkının görüşlerinin dikkate alınması istenmiştir.

[Prof. Dr. İrfan Kaya Ülger Kocaeli Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü başkanıdır.]

Yorum Analiz Haberleri

Fitneden daha kötüsü fitneye meftun olmaktır
Diyarbakırlı Ziya Gökalp’e kulak verilseydi..
“Süreç ve Esenyurt aynı sayfada değil”
Zulme sessiz kalmak en kötüsü...
Lübnan'da insani kriz: Siyonist çetenin demografik mühendislik hesapları