Burak Gücin / Perspektif.eu
Donald Trump’ın mirası: Samimiyetle yalan söylemenin çekiciliği
“Birçoğunuz Trump’ın neden bu kadar popüler olduğunu anlamıyorsunuz. Ama ben nedenini anlıyorum çünkü her gün [yaşadığım fakir beyazlarla dolu Ohio’da] işitiyorum. Çok seviliyor. Bu kadar sevilmesinin nedeni Ohio’daki insanların onun gibi birini daha önce görmemiş olmaları: O, benim “dürüst yalancı” diyeceğim türde biri. Şaka yapmıyorum, gerçekten dürüst bir yalancı. [2016’daki] ilk başkanlık münazarasında olan şeye ilk defa şahit oldum. Daha önce beyaz bir milyarderin ciğerlerindeki bütün güçle şöyle bağırdığını görmemiştim: ‘Bütün bu sistem hileli!’ Karşısında ise beyaz bir kadın olan Hillary Clinton ve [siyahi] Barack Obama, şöyle dercesine bakıyordu: ‘Hayır, değil’. Sonrasında moderatör sordu: ‘Sistem gerçekten dediğiniz gibi hileliyse, buna dair kanıtınız var mı?’ Trump’ın ne dediğini hatırlıyor musunuz? Şunu dedi: ‘Sistemin hileli olduğunu biliyorum çünkü bundan fayda sağladım.’ İzlerken ‘Vay canına’ dedim. (…) Sonrasında Hillary Clinton, Trump’a vergi konusunda ‘Bu adam, vergilerini ödemiyor.’ diyerek saldırdı. Trump hemen cevabı yapıştırdı: ‘Bu da benim zeki olduğumu gösteriyor. Eğer vergilerimi ödememi istiyorsan, vergi hukukunu değiştir. Ama bunu yapmayacağını biliyorum çünkü dostların ve bağışçıların benim faydalandığım vergi indirimlerinin keyfini sürüyorlar.’ Ve böylece, dostlarım, bir yıldız doğdu.”
Dave Chappelle, Komedyen.
34 farklı ağır suçtan hüküm giymesine, 2020’deki demokratik seçim sürecini engellemeye teşebbüs ettiği suçlamasıyla hâlen yargılanmasına ve yakın zamanda hayatına yönelik yapılan 2 suikasta rağmen siyasetten geri çekilmeyi reddeden Donald Trump, kurumsal siyasetin ve ilkesel söylemlerin seçmenler nezdindeki itibar kaybını bir kez daha hatırlatan bir şekilde dünyanın gündemine oturmuş durumda.
Yaklaşık 50 yıldır adını işittiğimiz Trump’ın karakterini yeniden düşünmenin neden önemli olduğunu ve bunu neden benim gibi ABD’de yaşam tecrübesi olmayan birinden dinleyebileceğinizi soracak olursanız, size, Trump’ın dünya genelinde herkesi etkileyecek bir konuma yeniden gelmesini merkeze alan alışılagelmiş ve sıkıcı bir cevap vermeyeceğim: Önemli görüyorum çünkü Trump’ın şahsiyeti bir risk faktörü olduğu kadar içine çekici ve inişli çıkışlı hikâyesi de demokratik düzenin popülizme karşı zayıflıklarını daha iyi kavramak açısından ibret verici.
Birçok insan -özellikle de karşıtları- yeniden başkan seçilmenin arifesinde olan Donald Trump’a bakınca dağınık konuşan, muğlak kalan, konudan sapan ve aynı sloganik vaatlerini altını doldurmadan tekrarlayan acayip bir [klinik] vaka görüyor. Siyasetçiden ziyade şovmen personasıyla iletişim kuran 78 yaşındaki Trump’ın yaşı nedeniyle mental bir gerileme geçirdiğini düşünmek, daha sahici bir anlayışa engel olmakta.
10 yıl önce siyasete atıldığı döneme ve hatta 50 yıl önce basın önüne ilk çıktığı döneme bakanlar, onun kendine özgü konuşma paternlerini hâlen çok az değişimle kullandığını görebilirler. Yaşının etkisiyle Trump’ın postürünün kötüleştiği ve sesinin volümünün düştüğü bariz görülüyor olsa da sophistikasyona sabrı olmayan narsist karakteri ve dünyayı olduğu gibi görüp sadece kazancının peşinde koşmayı tek muteber değer olarak kabul eden dünya görüşü, aynı yıkıcı enerjisiyle duruyor.
Trump’ı klasik bir siyasetçiden radikal biçimde ayıran skandallarla kan kaybetmeyen kaotik benliği, iki temel açlıktan mustarip: Her zaman ilgi odağını işgal etmek ve başarılı olduğunu göstermek. Bu müebbet arzuların peşinde koşarken dayandığı bir kabul ise, kazanmak için herkesin eninde sonunda çirkinleşmeyi göze alacağı. Trump kazanmak için bütün samimiyetiyle yoldan çıkarken belki de neredeyse bütün bireylerin zihninde bir yere sahip olan bu kadim dürtüye güveniyor ve hatta kitleleri onlar adına çirkinleşeceği mesajıyla cezbediyor. Trump’ı emlak zengini bir aileye doğuşundan bugüne hayatındaki önemli köşe taşlarını bunu hatırda tutarak yeniden düşünelim.
Düşük maliyetli konutlardan mega yapılar müteahhitliğine: Trump markası
Donald John Trump 14 Haziran 1946’da New York’un Queens ilçesinde hırsın dilini akıcı bir şekilde konuşan Alman ve İskoç kökenli bir çiftin 5 çocuğundan biri olarak dünyaya geldi. Babası Fred Trump, Sr. II. Dünya Savaşı sonrası Amerika’da uygun fiyatlı konutlar inşa ederek milyonlar kazanmış, emlak sektöründe önemli bir isimdi. Baba Trump, yakın geçmişteki savaş nedeniyle kendi Alman kökeninin dezavantaj yaratacağını ve müşterilerinin önemli bir kısmını oluşturan Ortodoks Yahudi cemaatini rahatsız edeceğini düşünerek İsveç asıllı olduğunu söyleyecek kadar pragmatizmi doruklarda yaşayan bir iş insanıydı.
Genç Donald sadece aile servetinin büyümesini izlemekle kalmıyordu; babasıyla arası iyi olmayan ağabeyi Fred Jr.’in yerine veliaht olarak hazırlanıyordu. Sorunlu bir hayat geçiren Fred Jr. alkol bağımlısıydı ve bu nedenle aile işi yerine tercih ettiği meslek olan uçak pilotluğundan men edilmişti. Aşırı alkol kullanımına bağlı sorunlar nedeniyle 1981’de öldüğünde sadece 43 yaşındaydı. Yıllar sonra ağabeyinin yaşadıkları hakkında konuşurken Donald Trump, genelde bu üzücü konuyu -her zaman olduğu gibi- kendini merkeze koyarak anlatacak ve onun uyarıları sayesinde alkolden uzak durduğunu vurgulayacaktı. Trump, ağabeyinden gördükleri nedeniyle hiç alkol kullanmadığını söyler. Bu da Trump’ın şu ana kadar doğruluğuna şüpheyle bakılmamış nadir beyanlarından biridir.
Trump ailesi en başından beri Donald’a amansız bir başarı arayışı aşıladı. Disiplin sahibi olması için yollandığı askerî kolej, Donald’ın içinde önderlik etme ya da hep önde olma isteğini perçinledi. Buradan mezun olduktan sonra üniversitede ekonomi eğitimi alan Donald Trump’ın dünya görüşünü asıl şekillendiren, kötü şöhretli avukat ve siyasi iş bitirici Roy Cohn (1927-1986) oldu. Büyük ve skandallı davaların aranan ismi olan Cohn, Trump’ın sadece özel avukatı değildi. Ona güç ilişkilerinin nasıl çalıştığını gösteren mentörüydü: Nasıl saldırılır, nasıl inkâr edilir ve en önemlisi medya nasıl bir silah gibi kullanılır? McCarthy Soruşturmaları (1947-1959) süresince oynadığı rolle tanınan Roy Cohn’un öğretilerini belki de hayata veda ederken ki düştüğü duruma bakarak kolayca kavrayabiliriz: Zimmete para geçirme gibi suçlar nedeniyle New York Barosundan ihraç edildiği son yıllarını AIDS’le mücadele ederek geçiren Kohn, her zaman HIV+ tanısı olduğunu reddetti ve 1986’da AIDS’e bağlı komplikasyonlar nedeniyle öldü. Bütün servetini eritmiş olduğu için milyonlarca dolarlık vergi borcu ise tahsil edilemedi.
Trump sadece konut inşa etmeyi ve bunlardan kira geliri elde etmeyi öğrenmiyordu; bir imajın nasıl inşa edileceğini de öğreniyordu. Ve adıyla markalaştıracağı bu imaj, yetenekli olmak ve kontrolü kendinde tutabileceği bir yüzleşme dozuyla ilgiliydi.
Kohn’dan öğrendiklerini uygulamaya koyduğu ilk büyük imtihanlardan biri, babasıyla beraber yönettiği emlak şirketlerine yönelik açılan ırkçı profilleme davası oldu. 1973’te Adalet Bakanlığı, Trumpların, evlerine talip olan siyahi kiracı adaylarına, “yerimiz kalmadı” gibi mazeretlerle kasıtlı olarak ev vermediğini tespit etti ve dava açtı. Bizzat bakanlık ajanlarının tebdili kıyafet yaparak saptadığı bu suçu reddeden Trumplar, Cohn’un vekaletiyle soruşturmanın “ciddiyetsiz ve asılsızca” yürütüldüğünü iddia etti ve 100 milyon dolarlık tazminat davası açtı. Bu davayı kazanamamış olsalar da Adalet Bakanlığını ellerindeki boş daireleri belli periyotlarla kamuya duyurmak ve bazı bölgelerde sivil hak savunucusu STK’ların önerdiği kiracılara öncelik vermek gibi şartları kabul ettikleri bir anlaşmayı inzaladılar ve böylece davayı 1975’te kapattılar. Trump, o günden beri, bu anlaşmanın teknik anlamına odaklanarak -ve esası arka plana iterek- “herhangi bir suçu kabul etmeden” davanın sonuçlandığını şekliyle lanse etti.
İşletmesi meşakkatli sosyal konut alanındaki bu ve diğer benzeri hukuki zorluklar, Donald Trump’ı -babasından ayrı bir rotada- uzun zamandır gözüne kestirdiği ve kendi adını taşıyan gökdelenler dikmek istediği Manhattan’e yöneltti. 1970’lerin sonlarında ve 1980’li yıllardaki New York kent merkezi ve çevresi altyapının eskidiği, yoksulluğun yaygınlaştığı ve suçun arttığı zor bir dönemden geçiyordu. Trump, bu dönemde kullanıma kapatılmış eski görkemli binaları yenileyerek lüks rezidans, otel ve kumarhanelere çevirdiği bir gayrimenkul atılımına girişti ve işleri büyüterek bizzat gökdelenler inşa etmeye başladı. New York ve komşu şehirlerin kentsel dönüşüm sürecine eşlik eden bu ultra lüks mega yapıların ortak bir yanı vardı: Hepsinin girişinde büyük harfli altın harflerle TRUMP adı geçiyordu.
Daha sonra TRUMP adını gelir getiren bir isim hakkı satışına çevirecek Donald için bir şeyi inşa etmekle ismini herkese duyurmuş olmak eşit bir öneme sahipti. Günümüzden yaklaşık 60 yıl önce Verrazano Narrows Köprüsü’nün açılış törenine katılan 17 yaşındaki Donald’ın dikkatini bir şey çekmişti: Köprüyü tasarlayan inşaat mühendisi (Othmar Ammann) bizzat törendedir ama törendekiler protokölün gölgesinde kalan bu kişiden haberdar değildir. Donald Trump, buradan çıkardığı önemli dersi daha sonra şöyle anlatacaktır: “İnsanların size istedikleri gibi davranmalarına izin verirseniz aptal yerine konacağınızı o zaman anladım. Kimsenin enayisi olmak istemiyorum.”
Trump, sadece adını giderek daha fazla yere yayılan mega yapılara asmakla yetinmedi. Kişiliğini gerçek bir rating malzemesi olarak gören medyanın sinesine kendini bıraktı. Sadece “başarılı iş adamı” imajını perçinlemek için ekranların yüzü hâline gelmekle ilgilenmedi, “reklamın iyisi kötüsü olmaz” düsturuyla hakkında çıkan her skandalın yine adını büyütmeye yaradığını düşündü. Evliliklerinde yaşadığı sorunlar, beraber görüldüğü kadınlar, iş hayatı, yeni projeleri ve yaşadığı hukuki süreçler hep medyanın gözü önünde yaşandı. Hatta Trump, zaman zaman şirket çalışanı gibi gösteren takma adlar kullanarak basına kendi serveti hakkında yanıltıcı bilgiler verdi. Adını lüks ve başarı kelimeleriyle eş anlamlı hâle getirme yolculuğundaki Trump için enerji kaybettiren şey karşılaştığı engeller değildi. Trump’ın medya ile ilişkisi bir aşk-nefret ilişkisiydi. Reklam için basına bel bağlarken, kendisine yönelik gerçek sorgulamalardan ise nefret ediyordu. Kendisini eleştirenlere ya da alaya alanlara karşı, her zaman saldırarak cevap verdi. Ta ki mevcut krizi unutturan başka bir kriz gelene kadar.
1990’lu yılların sonlarına doğru Trump’ın gayrimenkul imparatorluğu eskisi kadar kazanç üretemez hâle geldi. Artan borçlarını ve mahkeme süreçlerini dindirmek amacıyla kendi adından kazanç üretmeye girişti. Trump kendini bir markaya dönüştürmüştü: Adı binaları, golf sahalarını ve lüks ürünleri süsleyen, bazısına abartılı bazısına gerçek kalite gibi görünen bir figür! Kolonya ve şişe sudan ev dekorasyonu ve erkek giyimine kadar Trump markalı ürünler için lisans anlaşmaları başladı. Trump Suyu, Trump Biftekleri, Trump Havayolları ve aslında sadece bir gayrimenkul geliştirme eğitimi olan Trump Üniversitesi gibi girişimleri denedi. İsim hakkını sattığı bu ürün ve girişimler Trump’ın lüks ikonu imajından yararlanmış ve bunların çoğu sınırlı talep nedeniyle birkaç yıl sonra kepenk indirmiş olsa da Trump bunların hep başarılı ticari girişimler olduğunu savundu. Nitekim, Donald üretim safhasına dahil olmadan isim hakkı gelirini alıp geriye çekilmişti. Trump, 2024’ün seçimlerden önce yeniden 60 dolarlık İncil baskıları, imzalı sabıka fotoğrafı, dijital NFT kartları, seçim sloganlarını taşıyan şapkalar gibi bazıları para tuzağını andıran markalı ürünlerinin satışına yeniden yöneldi. Amerikan basınının iddiasına göre yargılandığı davaların avukatlık ücretleri ve masrafları için bu yola başvuruyordu.
Trump’ı toplumsal belleğe kazıyan televizyon programı
“Trump’ı ‘The Apprentice’te görürseniz, yüksek arkalıklı sandalyede oturur. Mükemmel aydınlatılmış. Mükemmel makyajlı. Mükemmel bir şekilde saçını yaptırmış. Mükemmel giyinmiş. Ve güçlü. Sert. Kararlar alıyor. Bir başkanın nasıl olması gerektiğini düşünüyorsanız öyle görünüyor ve davranıyor.”
Roger Stone, Trump’ın hapis cezasını affettiği 45 yıllık dostu ve eski siyasi stratejisti.
Golf oynamadığı zamanlar dışında sürekli takım elbisesiyle arzıendam eden Trump’ın sorunlarını çözecek ve kendisini popüler kültürün ayrılmaz bir parçası hâline getirecek esas fırsat ise 2004’te kapısını çalacaktı: the Apprentice. 14 sezon yayınlanan bu program, Trump’ı yüksek riskli bir ortamda kararlar alan ve meşhur “Kovuldun!” (You’re fired!) sloganıyla yarışmacıları kovan, standartları yüksek arketipik bir CEO olarak konumlandırdı. Trump’ın kararlı ve güçlü bir figür olarak tasvir edilmesi izleyicilerde yankı uyandırdı ve popüler kültürde edindiği yeri sağlamlaştırdı.
The Apprentice bir eğlenceden çok daha fazlasıydı; reality şovları ile siyaset arasındaki çizgileri bulanıklaştıran bir hamleydi. Evlere şenlik bir isim hâline geldikçe, 1990’lı yıllarda flört ettiği siyasete girme fikrini daha fazla konuşmaya ve büyüyen şöhretinden daha da fazla yararlanmaya başladı. “Amerikan Rüyası” fikrinin pek çok kişiye cazip gelen bir versiyonunu temsil ediyordu: Amerikan sağının vergi mükelleflerinin parasını israf etmekle suçladığı müesses nizamı karşısına almaya istekli, kendi kendini yetiştirmiş bir milyarder. Ancak bu şatafat ve cazibenin ardında, yıllardır kendisiyle alay eden siyasi elitlere ve medyaya karşı içten içe kaynayan bir kindarlık yatıyordu.
Gayrimenkul alanında henüz değerlendirilmemiş metayı bulma ve bunu geliştirme karnesi iyi olan Trump’ın siyasete girişi benzer bir dinamiği takip etti. Babası Kenyalı olan Başkan Barack Obama’nın aslında ABD topraklarında doğmamış olduğunu iddia eden komplo teorilerinin bayraktarlığını yaptı. Trump bu iddiaların seçmenleri ve anayasayı ilgilendiren gereken meşru bir sorun olarak çerçeveledi. Basını da bu tartışmaların içine kuvvetlice çekti. 2011’de Obama bu iddiaları kesmek için Amerikalı annesinin Hawaii’de doğum yaptığını belgeleyen kaydı yayımladı. Ama Trump artık siyasetin içine girmişti. Aynı yıl, genellikle bir eğlence-komedi programı olarak organize edilen Beyaz Saray Muhabirleri Yemeği’ne (White House Correspondants Dinner) davetli olarak katılan Donald Trump’ın abartılı karakterini bizzat Obama alaya aldı ve önemsiz meselelerle uğraştığını söylediği Trump’ın asla başkan olamayacağını ima etti. Alaya alınmasını acı bir gülümsemeyle sessizce sineye çeken Trump, belki de o akşam siyasete atılmayı cidden gündemine aldı. Obama, 2016’da başka bir komedi programında bu sefer Trump’ın başkan adaylığıyla dalga geçerek “Ben en azından başkan olarak hatırlanacağım.” diyecekti.
Cumhuriyetçi Partinin ele geçirilişi: Reagan’dan Trump’a MAGA Hareketi
“Donald Trump benim siyasette inandığım konuları gündeme getirdi. Anti-elitizm, ilk olarak Richard Nixon tarafından tanımlandı, Ronald Reagan tarafından işlendi ve şimdi de Donald Trump. (…) Seçmenlerin, yani sofistike olmayanların, eğlence sektörü ile siyaset arasında bir fark gözettiğini mi düşünüyorsunuz? Siyaset, çirkin insanların gösteri dünyasıdır.”
Roger Stone
Trump 2015 yılında başkanlık için adaylığını resmen ilan ettiğinde, bu hem şok edici hem de öngörülebilirdi. Kalabalık bir Cumhuriyetçi önseçim alanına alışılmışın dışında olduğu kadar radikal bir stratejiyle ve göçü bütünüyle güvenlik tehdidi olarak kodlayan bir söylemle girdi. İkinci sınıf bir film yıldızıyken gerçek yeteneğini sendika sözcülüğü yaptığı dönemde keşfeden siyasete giren California Valiliği ve ABD Başkanlığı yapan Ronald Reagan’ın (Cumhuriyetçi Parti) söylemini ve “Make America Great Again – MAGA” sloganını devralan Trump, siyasi sınıf tarafından yabancılaştırıldığını düşünen seçmenler arasındaki popülist duygu dalgasından yararlanarak kendisini dışardan gelen bir harici figür olarak konumladı. Geleneksel medya kanallarında o dönemde edinemeyeceği geniş yeri telafi etmek için sosyal medyayı, özellikle de Twitter’ı kullandı; rakiplerine, medyaya ve hatta diğer Cumhuriyetçilere kışkırtıcı saldırılar düzenlerken destekçileriyle doğrudan iletişim kurdu.
Parti içindeki ön seçimler sürerken Trump, parti içi muhalefeti cerrahi bir hassasiyetle ortadan kaldırma becerisini gösterdi. Jeb Bush için “Düşük Enerjili Jeb” ve Ted Cruz için “Yalancı Ted” gibi lakaplar kullanarak rakiplerini birer karikatüre dönüştürdü. Özür dilemeyen tavrı ve kişisel saldırılara girişme konusundaki istekliliği kutuplaştırıcı ama etkili oldu. Siyasetteki yerleşik isimleri yabancılaştırırken kendine sadık bir taban oluşturmayı başardı.
Demokrat Partinin başkan adayı Hillary Clinton’a karşı seçime girdiğinde, riskler her zamankinden daha yüksekti. Kampanya, Trump’ın cinsiyetçilik, ırkçılık ve etik olmayan iş uygulamaları suçlamalarıyla karşı karşıya kaldığı tartışmalarla gölgelendi. Üst düzey görevlerdeki tecrübelerine rağmen siyasete en tepeden başlama imajını bir türlü üzerinden çıkaramayan Hillary Clinton’a karşı galip geldi. Seçimi kazanması sadece politika ile ilgili değildi, kendisini uzun süredir bir şaka olarak gören siyaset ve medya kurumuna karşı bir meydan okumaydı. Trump için kazanmak kişiseldi; sadece gücü elde etmek değil, aynı zamanda kendisini küçümseyenlerden -özellikle de siyasi elit olarak gördüğü kişilerden- intikam almak için bir şanstı. Ve kampanyası bu intikamın aynı zamanda Amerika’nın “sessiz çoğunluğu” adına aldığı söylemi üzerine bina edilmişti. Seçimlere katılım oranlarının geleneksel olarak daha düşük olduğu ve eğlence sektöründeki isimlerin siyasilerden daha fazla tesir gücüne sahip olduğu Amerikan konteksinde Trump’ın getirdiği esas yenilik de Cumhuriyetçi Parti adına sandığa daha fazla seçmen getirebilmesi oldu.
Başkanlık dönemi, düşüşü ve geri dönüşü
“Amerikalıların ulusal karakterinin derinliklerine indikçe, bu dünyadaki her şeyin değerini sadece bu tek sorunun cevabında aradıklarını görüyoruz: ‘Ne kadar para getirecek?’”
Alexis de Tocqueville (1805-1859), Fransız aristokrat, diplomat ve düşünür.
Peki Trump’ın 2017-2021’deki başkanlık dönemi gerçekten de nasıldı? Trump eleştirmenlerinin çizdiği gibi tam bir felaket miydi, yoksa Trump gerçekten de Amerika’ya müstahak olan bir başkan mıydı?
Görevde geçirdiği süre -vergi indirimi politikaları, “kazık” olarak nitelediği dış ticaret anlaşmalarının yenilemeye alındığı, Amerikan sanayisinin üretimini tekrar ABD topraklarına çekme hedefinin konduğu, Çin ile ticaret savaşı güdüldüğü, daha önce tabu olarak görülen diplomatik temasların kurulduğu, emellerine uyum sağlamayan bürokrasinin Türkiye’den apardığı “derin devlet” tanımlamasıyla suçlandığı, Trump’ın durmaksızın tweet attığı ve daima polemiklerin yaşandığı-kaotik bir dönemdi. Bu 4 yılda kabinesindeki isimler, personeli ve politika danışmanları sürekli olarak kovuldu ya da istifa etti.
Bu dönemin en simgesel olaylarından biri de The Apprentice’teki meşhur repliğini akıllara getiren bir hadiseydi: Trump, kendisi hakkında “geri zekalı” diyen Dışilişkiler Bakanı Rex Tillerson’ı görevden aldığını tebliğ etmeden önce Twitter’da duyurdu. Tillerson bu şekilde kovulan tek kişi değildi. Trump’ın sadece en yakınları işten çıkarma furyasından nasibini almadı. ABD’nin Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıması ve İbrahim Anlaşmaları (Abraham Accords) gibi meselelerde önemli rol oynadığı söylenen damadı Jared Kushner gibi.
Trump’ın başkanlığının ABD toplumuna etkisi küçümsenemez. Trump’ın normları ve kurumsal gelenekleri görmezden gelme eğilimi, Amerikan toplumundaki kutuplaşmayı daha da derinleştirdi. Kovid-19’un sarsıcı etkisiyle gidilen seçimlerde o dönemde popülerliğini koruyan Joe Biden’a karşı kaybettiği 2020 seçimlerinin hileyle çalındığı yönündeki komplo teorilerini yaymaktaki ısrarı, destekçilerinin bir darbe teşebbüsüyle sonuçlandı. 6 Ocak 2021’deki Kongre Binası İsyanı, Trump’ın yıkıcı gücünün keskin bir hatırlatıcısı oldu. O dönemde kendini rezil ederek Beyaz Saray’dan ayrıldığı düşünüldü ama hepimizin bildiği gibi Trump 2024’te yeniden aday oldu.
İleri yaşının yol açtığı sorunlar nedeniyle Temmuz 2024’te ani bir şekilde yarıştan çekilen Biden’ın adaylığını devralan -ABD’nin ilk kadın Başkan Yardımcısı- Kamala Harris, California’daki savcılık kariyerinden 2016’da senatörlüğe geçmiş ve bu nedenle görece siyasetin yenisi bir isim. Yargıdaki kariyerinde yetkin bir isim olarak öne çıksa da bu dönemde -iddia ettiği gibi- suç olgusuna karşı ilerici ve yenilikçi reformlar getirmeyi mi öncelediği yoksa müsamahasız politikalar mı güttüğü hâlen Amerikan basınının tartıştığı bir konu.
Harris’in yargı kariyerindeki belirsizliğe ilaveten profilini muğlaklaştıran bir diğer unsur ise Joe Biden’dan kendisini farklı kılan politika vaatlerine başvurmaması oldu. Bir röportajında son 4 yılda neyi farklı yapmak isterseniz sorusuna “Aklıma gelmiyor, önemli kararların alınış sürecine dahildim.” minvalindeki açıklaması bu durumun nişanesi oldu. Bilhassa kendi partisindeki seçmenlerin önemli bir kesimi Harris’ten Gazze konusunda farklı bir yaklaşım duymak istiyordu.
Özetle, Clinton’dan sonra Harris de Trump’ın karşısında seçmenin ilgi duyacağı bir hikâyeye sahip olmayan bir aday olarak çıktı ve daha da büyük bir farkla kaybetti. Bu dediklerim, Harris’in Amerika ve dünya için daha kötü tercih olduğu manasına gelmiyor. Kastım seçmenle iletişimin en az politika yapmak kadar önemli olduğu ve Harris’in bu konuda bir popüler kültür ikonu olan ve sürekli kelime tekrarlarıyla abartılı vaatlerini yineleyen rakibinden geride kaldığı. Nitekim hem destekçisi hem de karşıtı birçok seçmen için “Trump ne yapmak istiyor?” sorusunun cevabını bulmak daha kolayken Harris’in kendi seçmenine bile benzer bir hazır cevaplılık sağlayamadı.
Reality şov, 4 yıl daha yayında
“SINIRLARIMIZDAN GEÇEN SUÇLULARIN İSTİLASINI DURDURACAĞIM, ASKERİYEMİZİ GÜÇLENDİRECEĞİM, DÜNYADA BARIŞI YENİDEN TESİS EDECEĞİM VE AMERİKAN RÜYASINI KURTARACAĞIM!”
Trump’ın her mitinginde yinelediği seçim vaatleri, 2024.
Belki de seçmenleri Trump’ın bir şey için mücadele etmesini değil, sadece mücadele ediyor olmasını istiyor: Güç sahibi aksiyon insanı olmasını. Belki de kitlelerin aksiyona ve sloganlara bağımlı olduğu bu çağda Trump’ın gerçekte ne yaptığı ya da ne söylediği esas önemli unsur değil. Bütün otorite türlerine yönelik şüpheciliğin genelleştiği ve yolsuzluğun her tarafı sardığı düşünülen bir dünyada Trump, bir şeyler yapıyor oldukça ya da yapıyormuş gibi göründükçe kitlesi buna şahit olmaktan memnun.
Siyasetin ahmaklık ve kararsızlıkla tıkandığını düşünen kitleler, neden Trump gibi bir adamı desteklemesin? Bir kahramanın mevcut olmadığı bu hikâyede anti-kahraman Trump, yaptıkları için özür dilemiyor ve hatta kazandığı sürece sevilmeyi ya da nefret edilmeyi çok da önemsemiyor. Yaptığı yanlışların bir kısmı seçmenlerinin istekleriyle örtüşen icraatları hayata geçirecekse, neden yalanlarını samimiyetle söylemeye devam etmesin? Özellikle de diğer birçok siyasetçinin kapalı kapılar ardında benzer kaba pazarlıkları yaptığını ve Trump’ın ilkesel söylemlerle çekilen perdeyi alaşağı ettiğini düşünüyorsanız.
En baştaki hedefimize dönecek olursak… Sorunlar değişse de Trump’ın yaklaşımı basit: Eleştirileri saptırmak, rakiplerine doğrudan saldırmak ve gerçekleri odaklanmayı engelleyecek “alternatif gerçekler” üreterek anlatıyı kendi lehine çevirmek. 4 yıl daha izleyeceğimiz reality şovda tek bir yıldız var, o da Trump. Diğer herkes onun için bir araç ya da engel. Ve Ocak 2025 itibarıyla Trump’ın elinde artık yargılandığı suçlardan hüküm giydiği takdirde kendisini affetme yetkisi olacak. Bildiğimiz kadarıyla Trump kimsenin canına kastetmiş olmasa da -geçmişindeki 26 farklı cinsel saldırı suçlamasına bu yazıda değinememiş olsak da hatırda tutmak gerekiyor- siyasi kariyeri 2016’da kendine özgü bir espriyle ifade ettiğine benzer bir noktaya ulaşmış durumda: “[New York’ta] “Beşinci Cadde’nin ortasında durup birini [silahla] vurabilirim ve hiç oy kaybetmem. Öyle değil mi? Gerçekten inanılmaz.”