Will Self / kemalsayar.com
Modern zamanlarda travma üzerine yeniden düşünmek
Hepimiz beklenmedik şeyler yaşarız. Ruhsal bir şok, fiziksel bir darbe, sarsıcı bir hadise. Yaşananlar kontrolümüz dışında bile olsa kendimizi şunu düşünürken bulabiliriz: Bunu tahmin etmem gerekirdi. Kafa karışıklığımızı gidermek için başımıza gelenleri yeniden anlamlandırmaya çalışırız. Travmanın, insanların kendileri ve hayatları hakkındaki anlayışları üzerinde muazzam bir role sahip olması yüzünden bu çabaya gireriz.
“Travma” deyince ilk adım olarak Ruhsal Bozukluklar Tanı Kitabı olan DSM-5’te yer alan travma sonrası stres bozukluğu (PTSD) olarak tanımlanan semptomlar kümesine bakmakta fayda var. DSM-5’e göre semptomlar travmatik olayı hatırlatan içsel ve dışsal ipuçlarına yönelik belirgin fizyolojik tepkiler ile istem dışı anılar, düşünceler veya duygulardan kaçınmanın yanında olayın temel özelliklerini hatırlayamama şeklinde yaşanabilir.
Daha genel olarak, bazı deneyimlerin bizi kalıcı olarak yaralayabilmesi ve bu olayın sonsuza kadar hatırlanması şeklinde hayatımızda yer almasıdır. En temelde ise psikolojik deneyimlerin fiziksel olarak zararlarına dair Bessel van Der Kolk’un popüler kitabının başlığında olduğu gibi “beden kayıt tutmak”tadır. Bu kayıtlar istem dışı düşünce ve anılarla sürekli geri dönecektir.
Travmanın teorize edilirken nasıl geniş kitlelere ulaştığını anlamak için edebiyatla kurduğu ilişkiden bahsetmek gerekir. Edebiyat dili psikanalizle bir araya gelerek metin yorumlama yoluyla Yahudi-Hristiyan anlam dünyasını modern travma teorisine ithal etmiştir. Dini metinlerin spekülatif özelliğini bilim dünyasına taşımak ise belli bir dönemde yapılan çalışmaların evrensel bir düzleme taşınmasına hizmet etmiştir. Bu durum ise travmanın kültürel ve dönemsel özelliklerinin dikkate alınmamasına yol açmıştır. Travmayı insanlığın endüstriyel modernleşme serüveni ve kitlesel etki gücüne sahip niteliğinden bağımsız anlamak mümkün değildir.
Bu bilgi göz ardı edildiğinde Van der Kolk ve onun gibi düşünen birçok kişinin söylediği gibi travmanın her zaman ve uzamda gerçekleşen doğal bir insan deneyimi olduğu fikri karşımıza çıkar. Oysa travmanın, farklı kültürlerde ve farklı zamanlarda insanları aynı şekilde etkileyen zamansız bir fenomen olduğunu kabul etmek bizi bugünkü şekliyle travmanın modernitenin bir sonucu olduğu gerçeğinden uzaklaştırır. Travma teorisi ve modernite ilişkisinin altında yatan faktörler günümüzde travmatojenik teknolojilerin her yerde bulunması ve bizi bir anda hız içerisinde yakalayan spekülerlik ve hız teknolojileri tarafından kuşatılmış olmamızdır. Bu bakış açısına göre, travma sonrası stres bozukluğunun kanıtı sayılan semptomlar belirgin biçimde modern bir bilincin aşırı bir versiyonuna dönüşmektedir.
Travma sonrası stres bozukluğu olarak adlandırılan fenomen, trenin gelişiyle birlikte ortaya çıkmıştır. On dokuzuncu yüzyılın başlarında demiryolu yolcu hizmetinin başlaması teknolojik zafer bir bedel ile geldi. Yanında getirdiği şaşkınlık ve endişenin kaynağı yaygın olan kazalardı. İnsan bu teknolojinin içinde iken zamanın ve mekânın bildik düzleminden ayrı bir makine içinde olmanın verdiği şaşkınlıkla kendini güçsüz hissetti.
Ayrıca bir teknoloji ne kadar verimli olursa çöktüğünde yaratacağı yıkım da o kadar şiddetli olacaktır. Doğanın kontrol edildiği teknolojinin seviyesi ile kazaların ciddiyet derecesi arasında doğrusal bir oran vardır. Örneğin, Charles Dickens, Haziran 1865'te bir demiryolu kazasından görünüşte yaralanmadan kurtulsa bile sonrasında o deneyimi hatırlarken travma “sonrası” sarsıntı yaşamıştır.
Fakat fiziksel bir hasar kanıtı olmadan bir olayın insanları bu kadar ağır şekilde etkileyebileceği nasıl açıklanabilir sorusu medikal travma çalışmalarını şekillendirdi. Travmatik deneyimden “sonra” yaşanan olaylar Freud’un “gecikmeli tepki” kavramından yardım alınarak kavramsallaştırıldı. Kaza yaşanırken ne olduğunu kavrayamayan kazazede ilerleyen günlerde istemsiz fiziksel semptomlar gösterir yani travmatik nevroz yaşar. Olay ve semptomların başlaması arasında geçen kuluçka döneminden sonra gecikmeli tekrarlarla yaşanan semptomlar bazen fiziksel bazen de kâbus ya da halüsinasyonlar gibi parçalanmış formlarda kazazedenin hayatına girer.
Modern yaşamın yeni teknolojileri ile insanları şok edebilecek güçteydi. Görüntüleme teknolojilerin ilklerinden olan fotoğraf görünürde nesnel sahneler sunsa da algının öznel karakterini de paradoksal olarak güçlendirmişti. Fotoğrafın dünyamıza girmesi ile fotoğrafın epistemik rolünün sorunsalını da gündeme geldi. Endüstrileşme teorisyenleri arasında yer alan Schivelbusch'a göre fotoğraf, trende yolculuk yapanların sınırlı görüş alanının yolcu üzerinde yarattığı duyusal etkileşimi yaşatıyordu. Walter Benjamin için fotoğraf çekmenin kendisi bir travma biçimiydi. Bir parmak hareketi ile bir anı sonsuz bir süre içinde hapsetmek mümkün hale gelmişti. Benzer etkileşim modern teknoloji ürünlerinden olan film, röntgen, MRI, ultrason ve dahili fotoğraf çekme özelliğine sahip telefonlar için de geçerlidir.
Modern koşullarda yaşamak hem görüntüleme teknolojilerinin hem de sürat sağlayan teknolojilerin sağladığı hızlanmaya bizleri sürekli maruz bırakmakta. Bu karşılaşmalar bizleri sürekli şoka maruz kalan birinin daha telaşlı ve daha düşüncesiz hale gelmesi gibi etkiliyor. Travma sonrası stres bozukluğu göstergeleri arasında sayabileceğimiz bu belirtiler bir yanıyla modern insanın bilincinin bir parçası haline gelmiş durumda.
Modernitenin sahip olduğu araçlarla sürekli yaralanan insan bu paradoksu göremez hale geliyor zira sürekli dünyayı ekranların ara yüzlerinden izliyoruz. 2015 yılı bir trilyondan fazla fotoğrafın çekildiği ilk yıl oldu ve bu sayı sürekli artmakta. Azalan dikkat sürelerimiz eşliğinde gittikçe kısalan çekimler arasında sürekli geçişler yapıyoruz. Tüm dünyayı sarmış durumda olan görüntüleme teknolojilerine eşlik eden hızlanan tüm teknolojiler ile insan ruhu arasındaki karşılıklı etkileşim bireyi sürekli çarpışma ve şok altında bırakıyor. Bu durum travmatik deneyimlerin aniliği ve travmanın yaşattığı şokun sonrası geri gelen zorlantılı anılar ve görüntüleri size de hatırlatmıyor mu?
Özetlemek gerekirse, travmatik deneyim ona maruz kalanlar üzerinde ruhsal yaralar bırakan bir deneyimdir. Bu yaralanma bireyi yaşadığı acıyı bilinçli düzeyde işleyemez hale getirir.
İlk akla gelen örnek savaş alanında tanık olduğu dehşet sonrası travma sonrası stres bozukluğu yaşayan bir askerdir. Lakin travma kavramı günümüzde çok daha geniş bir duygusal deneyim çeşitliliği için kullanılacak kadar genişlemiş durumda. Bu durumda DSM-5’nin tanımıyla travmayı teorize ettiğimizde her zorlu deneyimi travma sonrası stres bozukluğu düzeyinde mi değerlendirmemiz gerekecek sorusu ile baş başayız. İlaç müdahalesi gerektiren bir travma tanımının içine zorlu deneyimleri yerleştirdiğimizde insan deneyimlerinin çeşitliğinin sahip olduğu nüanslar fark edilmez hale gelebilir.
İki dünya savaşına da baktığımızda savaşların yıkım gücünün teknolojik gelişmelerle ne kadar yakından orantılı olduğunu görmemek mümkün değil. Teknoloji nötr bir üretim değildir, yanında belirli maliyetleri de getirir. Güvenlik ve konfor baloncuklarında yaşadığımız modern yaşamda en çok bastırılan gerçek de budur. Teknolojik ilerleme ahlaki ilerlemeyi yanında getirmez.
Twitter, Instagram ve TikTok gibi platformlarda travmanın üretimi için nasıl bir mümbit zemin oluştuğunu görmek için küresel köy haline gelen bu ortamlarda küresel istismar ve küresel aşağılamalara göz atmak yeterli olabilir. Ne kadar küfür ve hakaret varsa orada o kadar beğeni ve tıklama görülüyor. Sosyal medya doğası gereği travmatize edicidir. Bu çığır açan sosyal ve teknolojik değişim zaman zaman şiddetli bir şekilde raydan çıkan tren vagonlarına benziyor ve insan ruhu bu kazadan yara almadan çıkamıyor.