Topyekûncu ‘Müslüman zihniyet’ analizleri ve İHH

Alper Görmüş

“Özcülük”, “şey”lerin değişmez “töz”lerinin olduğuna dair bir felsefî akım... Felsefe alanında kalındığında fazlaca zararı olmayacak “özcülük”, siyasete taşındığında statükonun, duraganlığın değirmenine su taşıyan bir düşünce biçimine bürünüyor.

Bu özcü  ve topyekûncu anlayış, doğal olarak, referansları arasında dinin en önemli yeri tuttuğu toplumsal kesimlerde değişim ihtimalini “bilim dışı” kabul ediyor, bu yönde ortaya çıkan olguları ise “takiye”den sayıp rahatlıyor.

Mesela laik(çi) bir “özcü”, Müslümanların (“aydınlanmış” olanları  hariç) “kâfirler” konusundaki pozisyonunun “özünde”  hiç değişmeyeceğini düşünür. Bu pozisyona göre, bir Müslüman hayatının her ânında kâfirleri helâk etmek için uğraşır; bu ezeli ve ebedi pozisyonun dışında duruyormuş gibi görünen birileri varsa, bilin ki onlar “takiye” yapıyordur. (Mesela böyle birine göre, Mavi Marmara’daki ateistlerle İnsan Hak ve Hürriyetleri İnsani Yardım Vakfı (İHH) üyelerinin kardeşçe bir dayanışma içinde olmaları mümkün değildir. Çünkü bu “bilim dışı”dır.)

Başka bir örnek: Bu analizlere göre, İHH, adındaki “insani yardım”  vurgusuna rağmen değil mi ki İslami bir kuruluştur, öyleyse “özü  gereği” onun derdi, insana değil İslam’a yardım etmektir ve bu uğurda “şehit olmak”tır.

Bu kesimler, işte bu nedenle son 10-15 yılda kendisini “Müslüman” olarak tanımlayan kesimlerdeki büyük değişimleri ve farklılaşmaları  göremediler. Oysa, “laik” kimlikli birey ve örgütlerin dünyasındaki –hadi donmuşluk demeyeyim- duraganlığın tersine muazzam bir canlılık ve tartışma var bu dünyada.

Hiç  kuşkusuz en büyük değişim seküler dünya algısında ve ona bağlı  olarak gündelik hayatı yaşama pratiklerinde ortaya çıktı. Eskiden sadece “ahiret” için yaşayan geniş Müslüman yığınlar artık bu dünyanın da “kendileri” için olduğunu kabul etmeye başladılar. Bu, çok büyük bir zihniyet ve tavır değişikliğine işaret ediyordu.

Bir başka önemli değişim, “devlet”le kurulan ilişkide ortaya çıktı. Müslümanlar, “eleştirilemez, kutsal” devlet anlayışını terk ettiler, bireyleşmeye ve özgürleşmeye başladılar.

Üçüncü değişim alanı ise “İslamiyet” dışı birey ve topluluklarla ilişkilerde ortaya çıktı. Kendi içine kapalı büyük bir getto görünümündeki Türkiye Müslümanları başka din ve inançlardan (ya da inançsız) insanlarla eskisine kıyasla daha mesafesiz ilişkiler kurmaya yöneldi. (“Hoşgörü” anketlerinin sonuçlarını biliyorum, ben “eğilim”den söz ediyorum.)  

“Kahrolsun kâfirler”den “kahrolsun zalimler”e...

Mavi Marmara’daki kozmopolit kalabalık, işte bu gelişmeler sayesinde oluşabildi. Geminin hikâyesinin “hard” bölümlerinden sıra gelip de “soft” bölümlere geçildiğinde, oradaki Müslümanların Müslüman olmayan kardeşleriyle kurdukları sıcak ilişkileri de dinleyebileceğiz; işte o zaman Türkiye Müslümanlarının nereden nereye geldiklerini daha yakından idrak edebileceğiz.

Fakat İHH yöneticilerinin bu çerçevedeki vurguları bile sözünü  ettiğim değişimi sezmemiz için yetebilir. Bunlardan birini Yıldıray Oğur 4 haziran tarihli Taraf’ta aktarmıştı:

“Yarım saat sonra herkesin en çok görmek istediği kişi olan Bülent Yıldırım kalabalığa seslenmek üzere otobüsün üstüne çıkıyor. (...) Az önce ‘Muhammet’in ordusu kâfirlerin korkusu’ diye bağıran kalabalığı uyarıyor. ‘Hayır’ diyor ‘Kâfirlerin değil zalimlerin korkusu. Çünkü bizim gemimizde Hıristiyanlar, Yahudiler ve ateistler de vardı. Onlar bir an olsun geri adım atmadı.’”

Bu çerçevede, Hakan Albayrak’ın şu sözlerini de aktarayım (Yeni Şafak, 6 haziran): “Davaya sahip çıkan halkımıza ve hükümetimize, İslam dünyasının dört bir yanında Mavi Marmara için ayağa kalkan kardeşlerimize, insanlık haysiyet ve şerefi namına bizimle beraber hareket eden Hıristiyanlara ve Yahudilere medyun-u şükranız.”

Şimdi diyebilirsiniz ki, “Bakın, orada bir grup insan ‘kâfir’ demiş, bir kişi ise ‘kâfir değil, zalim’ diye itiraz etmiş...” Haklısınız, fakat ben de size zaten “her şey baştan aşağı değişmiştir” demiyorum, “her şey değişebilir” diyorum.

    

Mazlumder’i unutmayalım...

Tabii “İnsan hakları  ve Mazlumlar için Dayanışma Derneği - Mazlumder”i de unutmamak lazım. Her türden insan hakkı ihlali karşısında din, sınıf, ırk, cinsiyet ayrımı gözetmeksizin içtenlikle mücadele eden bu “İslam referanslı” kuruluş, Müslümanların devlet karşısındaki pozisyonlarının yanı sıra bireysel hak ve özgürlük algılarının da radikal bir biçimde değişebileceğinin canlı örneği olarak duruyor karşımızda.

Tıpkı  İHH ve Bülent Yıldırım örneğinde olduğu gibi bunlara karşılık da “ama” diye başlayan bir sürü itiraz öne sürülebilir: “Hakan Albayrak öyle dedi ama, Ankara mitinginde de ‘İslami’ slogan attırdı...” Ya da: “Mazlumder için özgürlükçü diyorsunuz ama, eşcinselliğe ‘hastalık’ diyen bakanı destekleyen bildiriye imza attı...”

Bu itirazlara karşı da aynı şeyi söyleyeceğim: “Ben de size zaten ‘her şey baştan aşağı değişmiştir’ demiyorum, ‘her şey değişebilir’ diyorum.”

Bir de şunu (bilhassa Hakan Albayrak bölümü için): Unutmayın ki bu insanlar Müslüman!

Bu topyekûncu “Müslüman zihniyeti” algısı zaman zaman Taraf’ın yazarları arasında da uç veriyor. Mesela Orhan Miroğlu önceki gün (9 haziran) şöyle yazdı:

“Kimse kusura bakmasın, Mardin-Midyat’ta Süryanilere ne oldu, Batman-Beşiri’de Ermenilere ne oldu, onlara kim ne yaptı diye hiçbir zaman sormadıysanız, kendi halkınızın başına gelen felaketleri bile sorgulamıyorsanız, size böyle bir şey hatırlatıldığında, Filistin başka, bu başka diyorsanız, meseleniz vicdan filan değil, inancınız gereği, şehadete erişmek!”

Ortada en azından Mazlumder gibi bir örgüt varken bu ölçüde total bir değerlendirme yapmada özcülüğün de ciddi bir payının bulunduğunu düşünüyorum. 

Tersinden topyekûnculuk?

Şimdi yazacaklarımı yazmazsam, bu yazıyı okuyan sizler de beni haklı olarak sol’a ve laikliğe ilişkin “topyekûncu” bir değerlendirme yapmakla eleştirebilirsiniz. Tabii ki yok böyle bir tesbitim. Sırf Afili Filintalar grubunun çağrısına uyarak biraraya gelen insanlara bakmak bile, böyle bir iddianın ancak alay konusu olmak pahasına öne sürülebileceğini gösterir... O çağrıya uyan insanlardan biri olan Ece Temelkuran’ın sözleriyle bitiriyorum:

“Belki duydunuz, ‘İsrail Suçlusun!’ sloganıyla bir kampanya başlattık. İsrail’i entelektüel, sanatsal ve duygusal ablukaya alacağız. Bu, göründüğü kadar naif bir girişim değil. Üstelik uluslararası bir biçimde kurumsallaşabilir de. Güzel tarafı şu: Neredeyse bir gün içinde, Afili Filintalar grubunun çağrısına uyan insanlar, Türkiye’deki politik yelpazenin birbirinden fersah fersah uzak uçlarından geliyordu. Muammer Karaca Tiyatrosu’nda yaptığımız basın toplantısında sahnede oturanlar, Mercan Dede’den Fatma Karabıyık Barbarosoğlu’na dek değişen bir çeşitlilik arz ediyordu. İslamcısı, solcusu, politik olarak pek renk vermeyeni derken sevinçle hayret edeceğiniz bir zenginlik vardı basın toplantısında. Gelenlerin çoğu otuzlu yaşlarındaydı. Dolayısıyla aslında bizim kuşak oradaydı. Yani 12 Eylül darbesiyle yetişmiş kuşak.” (Habertürk, 9 haziran). 

 

Ama... 

“Ama...”lı cümlelerde, bu kelimenin cümle içindeki yerinin, cümle sahibinin muradını dile getirmedeki belirleyici rolünün farkındayım. O nedenle içinde “ama” olan her cümleyi ben şahsen büyük bir dikkatle okurum.

Ama... Bazı  durumlarda asla “ama”lı cümle kurmamak gerektiğini dikte edenlere de kesin bir itirazım var.

İHH ile ilgili düşüncelerimi bitişikteki uzun yazıda okudunuz. Ama, başta vakfın başkanı Bülent Yıldırım’ın “İsrailli askerler sorgumda bana MOSSAD ajanı Türk gazetecilerin adını verdi, gerekirse açıklarım” şeklindeki ifadesi olmak üzere, İHH’dan yayılan “milli bir medya dili” talebine ve zorlamasına da kesinlikle karşı olduğumu söylemeliyim.

Bülent Yıldırım’ın sözleri, “Çok şey biliyorum, konuşursam Türkiye sarsılır”  şeklindeki içi boş siyasetçi jargonundan borç alınmış izlenimini veriyor; meğerki bildiklerini derhal açıklasın. Aksi takdirde, kendisine duyduğum saygıdan çok büyük bir ıskonto yapmak mecburiyetinde kalacağım.

alpergormus@gmail.com

TARAF