1 Kasım’da sosyologlar, anket kuruluşları, medya, siyasal analistler değil kendi iradesi üzerine bizzat toplum hem de net bir biçimde konuşacak. Bu, seçimlerin çok objektif ve hemen her şeyiyle şeffaf olduğu manasına gelmediği gibi seçmen iradesini etkileyecek faktörleri göz ardı etmeyi de gerektirmez. Fakat mevcut koşullar içinde toplumun iradesini, tercihini, korkularını ve beklentilerini üst düzeyde temsil edecek, orta yere serecektir.
Türkiye’de muhakkak ki bütün seçim süreçleri çok önemlidir ama her şey demek değildir. Bir kazanım veya kayıp olabilir, bir kırılma veya sıçrama vesilesi olabilir fakat nihai bir sonuç doğurmaz. Çünkü rekabet, mücadele, kavga isterseniz savaş diyelim tabiatı icabı belli bir tarihte veya bir müsabakada bitip tükenecek türden değil. Ne zafer ne de yenilgi sürgit devam etmez. Ancak her halükarda yenilgiden kurtulmanın ve zaferi korumanın hesabını yapmakla mükellefiz.
Siyaset ve Toplumun Hakkına Düşen
7 Haziran seçimlerinde kısmen başarılan hedef AK Parti’yi tek başına iktidar yapmamaktı. Fakat CHP-MHP ve HDP’nin kurucu irade ortaya koyabilecek toplumsal desteği yakalamaktan çok uzak oluşuyla birlikte ortaya çıkan manzara epeyce öğretici oldu. Siyasal ve toplumsal dengeyi “parçalanma ve çatışma” üzerine kurmak isteyen CHP-MHP-HDP cephesi bütünüyle negatif bir tablo oluşturmak üzere seferber oldu. AK Parti’nin siyasal temsiliyetini budamak üzere açık-örtülü ittifak içinde hareket edenler nihayetinde insan ve toplum ekseninde değil devlet ve seküler ideoloji ekseninde hareket ediyorlar. Seküler devlet mantığıyla fert ve toplumu terbiye etmeyi, Batı’ya bağımlı tutmayı ve her ne olursa olsun İslam coğrafyasındaki despotik rejimlerle uyumlu siyaset yürütmeyi hedefliyorlar.
AK Parti’yi iktidardan uzaklaştırmak ve Erdoğan-Davutoğlu siyasetini yıkmak üzere oluşan ittifak topluma sadece söylem düzeyinde bir refah ve barış vaat ediyor. Hem Türk milliyetçiliğini savunan MHP hem de Kürt milliyetçiliğini savunan HDP netice itibariyle CHP’nin iki ayrı versiyonudur. Her iki milliyetçilik de toplumsal alanda ayrışma ve çatışma üzerine yatırım yapıyor, gücünü ve meşruiyetini etnosentrik coşku, öfke ve düşmanlıktan devşiriyor.
Devlet Bahçeli liderliğindeki MHP siyaseti iş yapamayacak derecede kilitlemek, siyasal iradeyi felç etmek üzere politika yürütüyor. Selahattin Demirtaş liderliğindeki HDP ise sadece Kandil’in değil eş zamanlı olarak (AB ve ABD’nin beklentilerine uyumlu bir biçimde) TÜSİAD medyası ve Fethullah Gülen kadrolarıyla siyaset ve toplumu gerilime mahkûm etmenin hesabıyla hareket ediyor. MHP’nin %16 ve 80 milletvekiliyle temsil edildiği Meclis’te HDP’nin %13 ve 80 milletvekiliyle yer alması Türk ve Kürt milliyetçiliklerinin birbirini besleyen ama siyaset ve toplumu çürüten karakterine işaret etmektedir. Tecrübeyle sabit olduğu üzere her iki milliyetçi kimliğin de topluma maddi veya manevi açıdan kazandıracağı olumlu bir değer yoktur.
Türk veya Kürt milliyetçiliğine prim veren toplumsal tercihe söylenecek söz nihayetinde şudur: Kendin ettin kendin buldun. Fakat Türk milliyetçiliğin sokaklardan çekildiği, mafyatik ilişkilerden soyutlandığı ve gladyo türü özel harp ilişkilerinden rücu ettiği bir dönemde Kürt milliyetçiliği bütün bunların hepsini fazlasıyla kuşanmış hatta bir yaşam tarzı haline getirmiştir. Bu dönemin temel ve öncelikli tehdidi “MHP faşizmi” değil HDP de bedenlenen “PKK ve Kürt milliyetçiliği faşizmi”dir.
Seçmek ya da Seçmemek!
Türkçü çetelerle mücadele etmiş siyasal ve toplumsal iradeden Kürtçü çetelere melek muamelesi yapmasını beklemek saçma ve beyhudedir. Toplumun bu milliyetçi mantığa prim verdiği oranda huzursuzluğa, ayrışma ve çatışmaya da davetiye çıkarmış olacaktır.
1 Kasım seçimlerine giderken kıstas alınacak göstergeler çok. Toplum iktisadi, siyasi, idari, diplomatik, kültürel vs. alanlarında ne istiyor ne istemiyor olduğunu sandıkta gösterecek. Devletin halkı terbiye edip duran misyonuna razı olacak mıyız? Seküler-ulus kimlik merkezli bürokratik teamüllerin insani standartlara kavuşturulması için atılan adımları, yapılan değişimleri destekleyecek miyiz? AB ve ABD’nin emireri muamelesi yaptığı bir siyasal liderliğe mi dönmek isteriz yoksa ahlak ve adalet merkezli bir diplomatik teamül oluşturulması için bütün riskleri göze alacak bir siyasal liderliği mi destekleriz?
TSK’nın, Yüksek Yargı’nın, YÖK’ün, TÜSİAD sermaye sınıfının, medyanın eski hegemonik günlerine kavuşmasını arzular mıyız? Ülke ve toplumu darbeler, hak ihlalleri, yolsuzluklar, işbirlikçili politikalarla boğmasına geçit verilsin mi? Yoksa insani değerleri, özgürlükleri ve refahı teminat altına alacak adımlar atılmasına mı destek olalım?
Melekler, sahabe ya da masum insanlar yok karşımızda. Şu veya bu oranda kusurları, günahları, çelişkileri olan insanlar duruyor önümüzde. İstikametleri ve rolleri bazen kendilerinden daha önemli ve öncelikli olabiliyor. Ama aynı zamanda bir toplum ortaya koyduğu iradesiyle şimdiyi ve geleceği inşa etmeye soyunur. Sorumluluk, iyiliğiyle kötülüğüyle bütün toplumun üzerindedir.
Yeni Akit