Toplumsal Kutuplaşma ve Diyaloga Nasıl Yaklaşmalı?

Son günlerde birçok farklı çevre tarafından dillendirilen kutuplaşma ve diyalog konuları Özgür-Der Ümraniye Şubesinin gerçekleştirdiği aylık panelde tartışıldı.

M. ALİ KAÇMAZ / HAKSÖZ-HABER

Özgür-Der Ümraniye Şubesi 2013-2014 dönemi panel ve seminerlerine “Toplumsal Kutuplaşma ve Diyaloga Nasıl Yaklaşmalı?” başlıklı panel ile başladı. Cumartesi akşamı Üsküdar Sabahattin Zaim Kültür Merkezinde gerçekleşen panele Bahadır Kurbanoğlu ile Kenan Levent konuşmacı olarak katıldılar.

İlk konuşmacı olarak söz alan Kenan Levent, konunun çok geniş olduğunu ve kısıtlı zaman diliminde ancak ana hatlarını belirlemeye çalışacağını söyleyerek sunumuna başladı. Sunumunda özetle şunlardan bahsetti:

“Bir toplumsal münasebette tarafların olması otomatikman mücadelelinde olmasına zemin sağlar. Bu mücadele karşıt taraflardan ayrılma seklinde kutuplaşmayı doğurur. Ve bu durum yani mücadele ortamı insanlık tarihi boyunca vardı ve kıyamete kadarda var olacaktır. Bu sebeple problemli bir konu olmaktan öte doğal bir durum olarak karşılamak gerekir. Kutuplaşmaları tetikleyen onlarca sebepten bahsedilebilir ama temel anlamda sebeplerini şu şekilde sıralayabiliriz:

1) Fikri Alanda Kutuplaşma: Bir ideolojiye/sisteme inanma ve mensubiyetten kaynaklı davranışlar sonucu toplumsal kutuplaşma oluşabilir. Liberalizm, muhafazakârlık, milliyetçilik, İslamcılık gibi bir düşünce yapısına sahip olursanız haliyle diğerlerinden belli ölçülerde veya tümüyle ayrışmanız gerekecektir. Tabi bu ayrışma sadece farklı ideolojiler arasında değil, aynı ideoloji mensuplarının farklı yorumları sebebiyle de içeride kutuplaşmalar söz konusu olabilmektedir. Buna en bariz örnek olarak Türkiye solu verilebilir.

2) Örgütsel/Kurumsal Alanda Kutuplaşma: Bu da devlet ya da partiler düzeyindeki kutuplaşmadır. Siyasi partiler devlet gücünden beslenerek var olurlar. Bu güçlerini resmi ideolojiyi topluma giydirme olarak kullandıkları andan itibaren kutuplaşmalara sebep olurlar. Düşünsel bazlı kutuplaşmanın yanı sıra siyasi hayatı bir çıkar mücadelesine dönüştürdüklerinde çıkar çatışmalarına ve haliyle farklı bir kutuplaşmaya da sebep olurlar.

Türkiye’de gündem olan kutuplaşma konularının bazıları şöyle sıralayabiliriz: Balyoz, Ergenekon, 28 Şubat davaları ile eğitim sisteminde yapılan değişiklikler, başörtüsünün önündeki engellerin kaldırılması ve hatta barış sürecinin başlatılması bile kutuplaşma sebebi olabilmektedir. Örneklerini verdiğim parti bazlı kutuplaşmanın temel nedeni de büyük imtiyazlara sahip olan küçük bir zümrenin imtiyazlarını kaybetmesinden kaynaklanmaktadır.

3) Maddi Alanda Kutuplaşma: maddi güç kaynaklarına sahip olmaya ve kontrolünü ele geçirmeye dayalı çatışmalardan kaynaklanan kutuplaşmadır. Bu hem devlet bazında hem kurum hem de birey bazında düşünülebilir. Özellikle dış politika da bu daha belirgin olarak kendini göstermekte. “milli çıkarlar” adı altında enerji kaynaklarına sahip olma isteği ülkeler bazında kutuplaşmaya önemli bir örnektir.

4) İnanç/Din ve Ahlak Alanında Kutuplaşma: insanların inançları, dini ve ahlaki değerleri sebebiyle bazı davranışla sergilendiğinde, bu insanlar arasında ayrışmalara sebep olmaktadır. İnsanların kendi dini değerleri ve pratikleri huşunda ısrarcı olmaları ve neticeleri ne olursa olsun bunlardan taviz vermemeleri farklılaşmalara ve kutuplaşmalara neden olabilmektedir.

Bunların dışında kimlik meselesi, giyim tarzı, hayat tarzı, hissi saikler, geleneksel saikler de toplumsal kutuplaşmalara neden olabilmektedir.

Kutuplaşmanın en istenmeyen neticesi, fiili saldırganlık ve çatışma olaylarının meydana gelmesidir. Bunun sonucunda sadece kendisi gibi düşünen ve yaşayan insanlarla bir arada bulunmak ve diğerleri ile medeni ilişkileri kesmek gibi bir sonuç ortaya çıkmaktadır.

Kutuplaşmaları Aşmada Diyalog Biz Çözüm Olabilir mi?

Diyaloğun sözlük anlamı iki ya da daha çok kişinin karşılıklı bir konu etrafında konuşmalarıdır. Diyaloğu daha çok farklı düşünce, inanç ve din mensupları arasında var olan ortak değerler etrafında konuşmalar, tartışmalar olarak okuyabiliriz.

Kuran’ın ve Resullullah’ın Öğrettikleri

Tüm konularda olduğu gibi diyalog konusunda da Kuran ve Resulullah’ın hayatı temel mihenk taşımızdır. Bu bağlamda bazı huşuları hatırlatmak isterim:

- Rabbimiz Kuran’da “Allah sizi, din konusunda sizinle savaşmamış, sizi yurtlarınızdan da çıkarmamış kimselere iyilik etmekten, onlara âdil davranmaktan men etmez. Şüphesiz Allah âdil davrananları sever” (60/8) diye buyurmaktadır. Bu bağlamda İslam ve Müslümanlara karşı düşmanlık söz konusu ise ilişkiler kopar. Aksi olmadığı müddetçe güzel davranma ve medeni ilişkileri koparmamak gerekir. İslam’da barış esastır. Savaş meşru savunma sebebiyle zorunlu kalınca yapılır.

- Ortak değerler etrafında, diyaloğun çerçevesinin iyi çizilmesi gerekir. Yine konuyla ilgili Ali-İmran 64. ayet bize yol göstericidir. “De ki: "Ey kitap ehli! Bizimle sizin aranızda ortak bir söze gelin: Yalnız Allah'a ibadet edelim. Ona hiçbir şeyi ortak koşmayalım. Allah'ı bırakıp da kimimiz kimimizi ilah edinmesin. Eğer onlar yine yüz çevirirlerse, deyin ki: Şahit olun, biz müslümanlarız."

- Diyaloğun hedefi karşılıklı önyargıların ortadan kaldırılması, olumsuz imajların düzeltilmesi, adaletin tesisi, iyiliğin yaygınlaşması ve küfrün ortadan kaldırılması olmalıdır. Bakara suresi 177. ayet konuya temas etmektedir.

- Muhataplarla en güzel biçimde mücadele etmek gerekir. “İçlerinden zulmedenler hariç, Kitap ehli ile ancak en güzel bir yolla mücadele edin ve (onlara) şöyle deyin: "Biz, bize indirilene de, size indirilene de inandık. Bizim ilahımız ve sizin ilahınız birdir (aynı ilahtır). Biz sadece ona teslim olmuş kimseleriz." (29/46)

- Muhatapların hepsi aynı değildir. Kitap ehli bağlamında “Onların (Kitap ehlinin) hepsi bir değildir. Kitap ehli içinde, gece saatlerinde ayakta duran, secdeye kapanarak Allah'ın ayetlerini okuyan bir topluluk da vardır.” (3/113) ayeti farklılığı bize göstermektedir.

- Büytün tartışmalarda adil olmak gerekir. “Ey iman edenler! Allah için hakkı titizlikle ayakta tutan, adalet ile şahitlik eden kimseler olun. Bir topluma olan kininiz sizi adaletsizliğe itmesin. Adil olun. Bu, Allah'a karşı gelmekten sakınmaya daha yakındır. Allah'a karşı gelmekten sakının. Şüphesiz Allah yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır.” (5/8)

Az önce saydığım ayetlerle birlikte Resulullah’ın Kur’ani değerlerden çıkardığı şu metodu da bizim için önemlidir. Muhataplarla olan ilişkilerde;

1- Kabul ilkesi: Doğruları ve güzel davranışları aynı kabul etmiştir.

2- Red ilkesi: Münker davranışları kesinlikle reddetmiştir.

3- Bölme ilkesi: bazı davranışları tümüyle değil kısmen kabul edip, kısmen reddetmiştir.

4- Yenisini ikame ilkesi: reddedilenlerin yerine kesinlikle yenisi ikame edilmiştir.

Uzlaşmak Yenilmek Anlamına Gelmez

İkinci konuşmacı olarak söz alan Bahadır Kurbanoğlu özetle şunları söyledi:

Çatışma ve Diyalog tartışmaları aslında bizlere Ulus Devletler bünyesinde üretilmiş olan Ulus/Toplumların sorunlarını ortaya koymakta. Mısır, Tunus gibi ülkelerdeki Temerrüd, bizdeki Gezi olayları “ulus” adı altında tektipleştirme operasyonlarına maruz kalmış ve bir sekülarizasyon ameliyesine tutulmuş halkların makus talihi olarak teberrüz etmekte. Böyle olmakla birlikte “Çatışma” olgusunun asıl kaynağı azınlık iktidarları (Temerrüd, Ergenekon gibi yapılar) ve onların toplumsal mühendislik operasyonlarıdır. Aslında toplumsal farklılıklar illaki beraberinde çatışmayı getirmez ve farklı toplum türleri bir arada yaşamaya meyillidir, çatışmadan ziyade silm ortamlarını tercih eder. Bu durum Abbasi, Selçuklu ya da Osmanlı toplum yapılarında rahatlıkla gözlemlenebileceği gibi, sorunlar genelde siyasal mühendislik olarak neşvünema bulur.

Bu anlamıyla İslam, farklılıkları (kültürel, dini, etnik) ister doğal olsun, isterse siyasal olaylar sonucu oluşsun, doğal karşılar. Farklılıklara tahammülsüzlük Faşizan, Totaliter yapıların ürünüdür. Halkları tektipleştirmek isteyenler elbette farklılıkları yok sayan ve zora dayalı yöntemlerle ortadan kaldırmaya çalışan politikalar uygulamışlar ve meşruiyetlerini de bu süreçlere borçlu olmuşlardır. Mesela Kemalizm böyledir. Hitlerizm, Stalinizm bundan farklı değildir. Dolayısıyla asıl Müslümanlar tarih boyunca farklı “milletler/dinler” halinde yaşama tecrübelerine sahiptirler. Çünkü hem Kur’an ayetleri, hem rasulullahın pratiği hem de tarihi yaşanmışlıklar ve vahyi kültürden mülhem üretilmişlikler İslam’ın farklılıkları ortadan kaldırma çabası içerisinde olmadığını bize öğretir. İşte bu yüzden Batı’da sürekli (modern dönemler dahil) asimilasyon, entegrasyon sorunları yaşanırken, biraradalık tanımları genelde farklılıkların mümkünse yok edilmesi, ya da baskın kültür lehine çözümlenmesini önerirken, İslam, özünde makasıduşşeria çerçevesinde bir arada yaşamanın getirdiği problemleri çözmüştür. Tabii sorunlar sadece siyasi projelerle çözülmemiş, aynı zamanda müslüman halkların ve önderlerinin İslam’dan mülhem basiret içre reçeteleri, özverili, fedakarane tutumları bunda etkin olmuştur. Mesela Osmanlı’daki Millet sistemine İslam ortak mayasının adalet ve kıst konusundaki katkıları; Şeyh Said, Said Nursi gibi şahsiyetlerin bölgede hem gayrı Müslimlerin hem Müslümanların temel haklarının savunulmasında gösterdikleri gayretkeşlikler (Ermenilere haksızlık edilmemesi konusunda Şeyh Said’in fetvaları gibi) bizim bugünkü sorunlarımızın çözümü konusunda da irdelenip incelenmesi gereken hususlardandır.

Birarada yaşama ve uzlaşı konuları gündemleştiğinde “Çokkültürlülük”; “Müzakere”, “Uzlaşı”; “Hoşgörü”; “Anayasa”; “Vatandaşlık” gibi hem tarihi arka planı olan hem de modern kavramlar devreye girebilmektedir. Önemli olan güncele dair sorunlara yönelik bizlerin fıkhedebilme becerisi, İslami olandan gücünü alarak çağdaş problemlere ilişkin söz söyleyebilme ve çözüm üretebilme yetilerimizin geliştirilmesidir.

“Anayasalar laiktir, uzak durulmalı”; “Çokkültürlülük ya da çokkültürcülük tuzaktır” gibi yaklaşımların mutlaklaştırılması, tartışmadan beri kılınması ile sorunlarımızın çözülmesi mümkün olmaz. Gerek seküler kesimlerin gerekse farklı İslami kesimlerin bir arada yaşaması, bir takım asgari müştereklerle toplumsallıklar oluşturma arayışları, ortak hukuki metin/antlaşmalara sahip olmaları garipsenecek durumlar değil, hayatın, vakıanın kendi doğasında olan hususlardır. Doğal ya da gayrı doğal oluşan farklılıklarla ilgili Vahyi mübinin itikad edinmemizi önerdiği bakış açılarını şu şekilde özetlemek mümkündür:

 “Dinde zorlama olmaması”(Bakara 256); “Eğer Allah dileseydi, yeryüzünde yaşayanların hepsi mümin olurdu”(Yunus 99); “Sen onlar üzerinde zorlayıcı değilsin. Sen, tehdidimden korkanlara Kur’an ile öğüt ver.”(Kaf 45) gibi. Kehf suresi 29. Ayeti kerime imanın bir irade ve özgürlük konusu olduğundan bahsederken, Bakara suresi 62, Yahudi, Hıristiyan ve Sabiilerin olumlu hallerinin nasıl karşılık bulacağına dair müminleri bilgilendirir. Bakara 80-81, 111, Nisa 122-125. Ayetler de mutlak doğrunun elinde olduğu iddiasıyla cennet tekelciliğine imanı yermektedir. Nihayetinde peygamberimize yapılan öğütler vasıtasıyla bizlere tarihsel davranış modlarımız öğretilmektedir:

“İnsanları iman etmeye zorlama! Rabbin eğer dileseydi yeryüzünde yaşayan herkes mümin olurdu. Hal böyle iken sen mümin olmaları için insanlara baskı mı yapacaksın?”

Sonuç itibariyle aslen Müslümanların önünde sürekli farklılıklarla birlikte yaşama sorunu ya da çözümü olmuştur. Ve tarihin hemen her evresinde farklı din, mezhep ve kültür farklılıkları bir arada bulunmuştur. İncelenmesi gereken Müslümanların bunu nasıl ve hangi Saiklerle başardıklarıdır. Aslen İslami olan, “herkes için kamu yararını ve ‘Ortak iyi’yi ben biliyorum o halde herkesi –gerekirse zora dayalı yöntemlerle- tevhidileştirme beklenti ve çabam meşrudur” tespiti midir, yoksa bizatihi farklı kesimleri hiçbirine haksızlık etmeden bir arada yaşatabilme kabiliyeti ve itikadını serdedebilmek midir İslami ve kıst içre olan. Sözün özü, vakıanın dayattığı siyasallık ortamlarından Müslümanların kaçma hakkı var mıdır? Yoksa tüm handikaplarına rağmen hayata ve vakıaya dokunmanın kaçınılmaz ikliminde aklı selime dayalı çözüm önerilerinde bulunmak mıdır tevhidi/İslami olan.

Müslümanların ulus devletlerin mirası olan tektipleştirme arzu ve reflekslerini sorgulamaları elzemdir. Nitekim Temerrüd gibi hareketlere karşı elbette Müslümanların güçlü olması, belirlenen değil, belirleyen/etken olması elbette arzu edilebilir bir durumdur. Ama her toplumsal siyasal ahvali, ideal/arzulanan boyut ve düzeyde olmayabilir. Peki bu durumlarda Müslümanlar nasıl davranmalıdır. Yukarıda bahsettiğimiz ilkelerden taviz verme hakkına sahip miyiz? Sürekli kıtal, hayatın tümünü kapsayan bir gerçeklik olmadığına göre Mısır’da yaşananla (ve güç olgusuyla) Tunus’ta yaşanan (güç dengelerindeki orantısızlık) farklı olduğunda ne yapılacaktır? Mısır’a bakıp Tunus mahkum mu edilecektir. (İslami kesimlerin sürekli taviz verdikleri iddiasıyla) Ki Suriye’ye bakıp Mısır’ı mahkum edenler olduğu gibi, Suriye’yi de beğenmeyip farklı Saiklerle mahkum edenler de bulunmaktadır.

Bu noktada İslami kesimlerden 2 farklı sual gündeme gelmektedir:

1-Birarada yaşamı kabul tebliğ ve cihaddan vazgeçme anlamına gelmekte değil midir? (Burada bu kesimler zımnen modern değerleri de kabul etmiş farzedilmektedir)

2-Farklılığı, çeşitliliği ve çokkültürlülüğü kabul Tevhid idealinden taviz ve göreceliliği onay anlamına gelmekte değil midir?

Bu sorular zımnen şu hususları da içermektedir: 1) Kuralları Müslümanlar koymalıdır. 2) Farklılıkların olduğu yerde küfür ve şirk hep vardır. Peki bunlarla mücadele mi terk edilecektir.

Anlaşıldığı üzere burada bir takım hassasiyetlerle korkular içiçe geçmiştir. Ancak çözümler ve öneriler genelde hayata dokunabilmekten ziyade ideal şablonlar, hatta hayat dışı önerilerle maluldür. Ve en önemlisi de bir sürekli “merkez olma”; “en doğru olma”; “en haklı ve erdemli olma” durumu korunmaya ve kabul görür hale getirilmeye çalışılmaktadır. Tıpkı farklı cemaatlerin, yıllarca “hikmet”i hep kendi yanlarında göstermeleri gibi. Oysa vahyi mübin “bir topluluk başka bir toplulukla alay etmesin…” vb bir çok ayette de gösterdiği üzere bizleri tevazuya, yardımlaşmaya, tecrübe aktarımlarında bulunmaya davet etmektedir. Hakikatin bilgisini elinde bulundurmakla dayatmada bulunmak arasında korelasyonel bir ilişki olmadığını da yine vahiy öğretir. Üstelik bu bilgiyle olan temasımız sonuç itibariyle insanidir, beşeridir ve yorumsaldır. Her türlü hikmeti, basireti, doğallığı, sorunu, çözümü ihtiva etmesi mümkün değildir. İstişareye, başkalarını dinlemeye, tecrübe aktarımlarına, incelenmeye muhtaçlık hali herkes için geçerlidir. Bu yüzden eskiler “sistem”; “ideal sistem” gibi kavramsallaştırmalardan ziyade yol, tarik, proses, hayat gibi kavramsallaştırmalarla daha mütevazi yöntemleri düstur edinmişlerdir. Hz. Peygamberin çözüm süreçlerinde bizatihi içinde bulunduğu ya da üreticisi olduğu “ilaf”, “Medine vesikası”, “hudeybiye ant.” gibi olgulara baktığımızda, yüzde kaç müslümanla, hangi konularda tavizler vererek, oldukça farklı kesimlerle Müslümanların ne türden biraradalık sözleşmeleri ortaya koydukları; çok hukukluluk süreçleri vs. konularında da bizlere örneklik oluşturan ipuçları yakalamak mümkündür. Hasan el-Benna’ya devletin adil olması ne demektir diye sorduklarında Mısır toplumunun özelinden hareketle “Gayrı Müslim toplulukların haklı talepleri karşılık bulduğunda adaletle hükmedilmiş olur” demesi tesadüfi bir cevap değildir. Bizatihi İslam’ın özünü ve gücünü karşı tarafa anlatmaya çalışan bir içeriği haizdir.

Tabii ulus devletlerin azınlık elit seçkinlerinin “ulusal tasa” ve “ulusal sevinç” üretmek için uydurageldikleri “sınıfsız imtiyazsız toplum” teranelerinin bizleri sürüklediği içler acısı hali gözlerimizin önüne getiren gelişmelerle konuya yaklaştığımızda “Bizler nasıl bir arada yaşayabilirizi ki?” soruları gündeme gelebilir. “Gezi isyanı” gibi örnekler de aslında soyut ulus toplum ideallerinin nasıl içi boş ve kof üretimler olduğunu, aksine “dış mihraklar”la gerçekten ortaklık içeren seküler hayallerin gerçekleşmesi adına gerekirse bütün Roma’nın yakılmasına bile seyirci kalınacağı, hatta katkı sağlanacağına dair korkular hiç de haksız endişe ve korkular değildir. Ancak unutmamak gerekir ki farklılıkları fitneler haline getiren güruhlar toplumsal biraradalık arayışından ziyade iktidar savaşı veren elitlerdir. Bunların propagandalarının gücü de sadece kendi fiziki ya da ideolojik özelliklerinden değil, felsefi/akidevi birliktelik içerisinde bulundukları uluslararası güçlerden aldıkları yardımlardan kaynaklanır. Dolayısıyla aslında bu “çatışma”dan ziyade bir “savaş”tır. Ancak bu halde de Müslümanlar toplumsal farklılıklara rağmen kendilerini nasıl ifade edeceklerinin, propagandaları nasıl kıracaklarının, farklı toplum kesimlerinin yanlış anlamalarını nasıl izale edeceklerinin formüllerini üretmekle sorumludurlar. Sadece propagandif/karşı tarafı suçlamak değil, onların etkisindeki kesimlerin ayartılmalarının engellenmesi, gönüllerinin fethedilmesi, haklı oldukların durumların teslimi vb. konularda da politik tutumlar serdedip, adaleti ve kıstı elden bırakmama örnekleri ortaya koymakla yükümlüdürler. Yumurta küfesini sırtlarında taşımaya aday olanlar böyle davranabilmeli. Bu konularda da İslam’ın özünden sadır, Müslümanların izzeti ve şerefi kadar merhametinin de şahitliğini göteren davranış modelleri ve siyasetler üretebilmelidirler. 

Özgür-Der Ümraniye Şubesi Seminer ve Panellerinin Listesi

Konuşmaların ardından panel soru cevaplarla son buldu. Panelin ardından Kenan Levent Özgür-Der Ümraniye şubesinin bu yılki çalışmaları hakkında bilgi vererek toplantıyı sonlandırdı.

 

Etkinlik-Eylem Haberleri

Bursa’da Suriye devrimi ve Gazze konuşuldu
"Sürünün İçinde Dijital Dünyaya Bakışlar"
Başakşehir’den Gazze direnişine bin selam!
Adana Özgür-Der’de “Emperyalizm ve Siyonizm İlişkisi” konferansı düzenlendi
Özgür-Der Gençliği “İslami Perspektiften Psikoloji” kitabını değerlendirdi