Belli anlam, kavram, düşünce ve inançları, kısa ve çarpıcı bir biçimde ifade etmek amacıyla kullanılan özel işaretlere sembol denilmektedir. Tarihin başlangıcından günümüze kadar sembollerin araç olarak kullanıldıklarından söz edebiliriz. Ortak bir çağrışım/birlikteliğin neticesinde ortaya çıkmış bir anlamın madde veya şekil olarak gösterilmiş hali olarak sembol; alamet, timsal, remz veya simge kelimeleriyle ifade edilir.
Simge kelimesinin etimolojisine bakıldığında Yunanca “atmak” ve “tanıtmak” anlamını dile getiren “bal” kökünden türetilmiştir. Eski Yunanlılar “tanıtıcı im” anlamında “sumbolon” deyimini kullanırlardı. Dilimizde ise “işaret” anlamına gelen “sim” sözcüğünden türetilmiştir. Bir işin, nesnenin veya gerçeğin bizzat kendisi değil, mümkün olduğunca kısaltılmış anlamı ve resmidir, sembol. Yani terminolojik anlamda bakacak olursak sembol, kısaca görünmeyeni dile getiren olarak tanımlanabilir. Bu tanımlama inançsal bir anlam olarak da karşımıza çıkabilmektedir. İnsan aklının tanımlama ve ifade etme gücünün bittiği yerde sembollere başvurduğundan söz edebiliriz. Her türlü mit, put, heykel örnek olarak verilebilir.
İnsan veya toplumun manevi yaşantısını simgelerle yüklü ve üstü örtülü bir anlatım biçimiyle dışa vurması olarak da ifade edebileceğimiz her türlü mit; soyutlukla izah edilebilen, somut bir şekilde kavranılamayan, görülemeyen, algılanamayan ve yine üzerine somut yorumlar yapılması oldukça güç olan değerlerin zihinde yer bulmasını sağlayan her türlü işaretlerdir.
Sembolizm ya da simgecilik ise dini, felsefi, politik olgu ve olayların yine genellikle dini ve estetik açıdan yorumunu yapan, anlam yüklenilen simgelerle açıklanan bir sistemdir. Sembolizm aracılığıyla kutsal olarak izafe edilen birtakım soyutlukların; toplumsal düzen için olmazsa olmaz pragmatik bir yanı mevcuttur. Halk veya kitleler bu semboller vasıtasıyla bir araya getirilir, toplumlar motive edilir, bir düşünceye karşı başka bir düşünce sembolizmin bu engin marifetiyle yok edilebilir. Kutsal olana duyulan tüm saygı ve hatta korku, sembolizmin bu pragmatik tarafınca kullanıma oldukça elverişlidir. Onun pragmatikliği sayesinde insanların duygu ve davranış tarzı, bir yandan ona yönelen yoğun bir ilgi diğer yandan da ondan oldukça uzaklaşma gibi iki zıt yaklaşım ile kendini göstermektedir.
Sembolizmin modern, siyasal ve popüler yüzünde ise onun çağlar öncesinden gelen ve geleceğe uygun bilgi aktarım dinamizmi sayesinde tüm gelişmelere ivedilikle adapte olduğunu söylemek mümkündür. Modern dönemde yani mitlerin yok olduğu bir dönem içerisinde kavramın demodeliğe meydan okuyuşu da buradan gelmektedir.
İnsanlar binlerce yıldır, bir düşünceyi, inancı, birlikteliği, mutabakatı anlatmak için; var olduğu pozisyonu değerli kılmak için birçok yol denemiştir. Tüm bu sayılanları bir amaç doğrultusunda insanlığa anlatabilmek için de kademeli şekilde birtakım kalıplar içine koyarak sunmuşlardır. Efsane ve mitlerin etki alanını genişletmek için yapılan tanımlamalar da buradan neşet etmektedir.
Efsaneye göre, pagan Yunanlıların büyük tanrıları Zeus, Finikeli genç kıza aşık oluyor. Beyaz bir boğa şekline giriyor, Prenses Europa’yı kaçırıyor, Girit adasının batısına getiriyor. Europa o kadar güzelmiş ki, Zeus onu kaçırdığında güneş de onunla birlikte gidiyor, Batı istikametinde prensesin gözden kaybolduğu yerde kayboluyor. O gün bugün, Doğu Akdenizin Lübnan sahillerinden bakanlar, güneşin Europa’nın gözden kaybolduğu batıda battığını görürlermiş. Hatta, Arapça ve İbranicede “gün batımı” anlamına gelen “ereb” kelimesi de aslında bu Finike prensesinin isminden türemişmiş.1
Avrupa’nın efsanevi havasını yaratmanın yolu ona anlamlı bir mit fakat soyut bir hikaye üretmekten geçmektedir. Bu yolla sırların ve gizemin evrensel diline karşılık gelmeyi amaçlayan sembolizm insanlık tarihi kadar eski, insanların hayal dünyaları üzerinde hakim ve belirleyicidir.
Vatikan’da yer alan Sistina Şapeli de konuya iyi bir örnek olarak karşımıza çıkmaktadır. Tavan resimlerinin gizli ve kapalı konusu Hıristiyan doktrininin esası olan insanlığa tanrı tarafından sunulmuş olan ama sadece İsa vasıtasıyla gerçekleştirebilecek "cehennemden kurtarma" konusudur. Bunun görülebilen mecazi olarak ifadesi İnsanlığın Hristiyan tanrısı ile bir "Antlaşması" olduğudur.
Dinsel inançların yanında semboller siyasette de çokça kullanılmaktadır. Muhafazakârlıkta aile, devlet ve din gibi kurumların yanı sıra dinsel, ulusal, mimari ve edebi birçok alandaki sembollere büyük önem verilmektedir.
Yerliliğin başat yorumlarına tutunanlara göre; her toplumun korunması gerektiğini düşündüğü, kendine özgü sembolleri vardır ve bunlar yeni bir düzen ve modern dünya karşısında korunması gereken değerlerdi. Örneğin, İngiltere için bu sembollerden birisi Kral ile Kraliçenin temsil ettiği makamdır. Edmund Burke, kişilerden bağımsız olarak tahtın önemine inanıyordu. Bu yüzden Kral ve Kraliçe’ye şiddetli eleştiriler yöneltirken, Taç, Taht ve Monarşiye sürekli bağlı kaldı. Muhafazakârların değer verdiği bütün bu değer ve semboller, yaratılışı veya doğası gereği yetkin olmayan bireye sığınabileceği bir liman, bir anı ve deyim yerindeyse içinde yer alabileceği bir aile albümü sağlamaktadır. Muhafazakârların kopuştan duydukları rahatsızlık ve tarihsel sürekliliğe verdikleri önem de değer ve sembollerin önemini artırmaktadır.2 Eğer İngiltere’de yeni bir düzen kurgulanırsa Kral ve Kraliçe tahttan indirilebilir fakat toptan monarşiyi yıkmak, toplumsal düzeni yıkmak anlamına gelecekti. Çünkü taht gücün sembolü idi. Düzene saygılı olanların tahtı toplum için harç görevi gördüğü iddiası açıktı. Muhafazakârlığın da pekiştirerek ifade ettiği de budur. Karşılıklı çıkar ilişkisi içerisinde toplumun bir arada tutulması asıl amaçtır. Pragmatik yöntemlerle pratik araçların kesişim alanında ortaya çıkan semboller ve kutsallar yüzeyselleşmeyi de bir anlamda beraberinde getirmiştir. Kullanılan araçların sadeliği ve köklerini tarihten alması o araçları güç haline getirecekti. Kullanılan araçlar karmaşıklaştıkça hayatın, varlığın ve evrenin özü ile ilgili arayışların üstü örtülmüş ve insanoğluna felsefi muhteva ve nitelik açısından ciddi bir düzey kaybı yaşatılmıştır.3
Aynı şekilde Washington DC’deki ABD parlamento binasının Kapitol Müzesi üzerinde dikkat çeken ve anlamsız gibi gözüken kubbenin ulusal kimliğin yani Amerikan ulusunun bir yansıması olduğu ifade ediliyor. Karşılıklı ilgi ve çıkarın sembolü olarak önemli işlevi olduğu söylenir. Kubbenin anlamsızlığı asıl değildir, asıl olan kubbenin muhtevasıdır.
Modernleşen Türkiye’nin Sembolleri
Şüphesiz Cumhuriyet dönemi Osmanlı sonrası Türkiye’nin sembolleri radikal anlamda Kemalizm’in jakoben aklı ve gelenek ile kurduğu hassas ilişki bakımından Muhafazakarların mihmandarlığında inşa olmuştur. Muhafazakâr aydınlar tarafından Cumhuriyet dönemi modernleşmesine karşıgetirilen eleştirilerin en önemlileri arasında toplumun değer yüklediği bazı sembol, simge ve kurumların radikal biçimde yok edilmesiyer almıştır. Dönemin muhafazakâr aydınları toplum için önemli yer tutan kimi kurum ve değerlerin yıkıma veya erozyona uğratılmasını tümden bir ulusun yok olması anlamını taşıdığını ifade etmişlerdir.
Tez ve anti tez olarak üretilmiş gibi görülse de bu değerler toplumun “durre” ile biriktirdiği değerler olarak kabul ediliyordu. Muhafazakarlara göre sembol, simge ve kurumlar belli bir mekana, belli bir zamana, devam eden zamana ait olan, toplumsal hafızanın birikimi ile elde edilen kazanımlar olduğu kabul edilmeliydi. Bu açıdan Süleymaniye Camii, Ezan, Türk’ün dini, Türk’ün geleneksel ibadet formları, türbeler, gelenek (tradation) muhafazakarlara göre dokunulmazdı. Tüm bu sembollere karşı Erken Cumhuriyet dönemi öncü muhafazakâr aydınları ile İslamcılar arasında ciddi tartışmaların olduğunu ifade etmek gerekir.
Babanzâde Ahmed Naim Bey ile Yahya Kemal arasında geçen diyaloglar sembollere yüklenen kutsal anlamları göstermesi açısından oldukça değerlidir. İstanbul’un işgal yıllarında Yahya Kemal Osmanlı bakiyesi ne kadar eser varsa geziyor, hislerini dönemin gazetesinde neşrediyordu. Bu yazılarda İslam ve ulus unsurlarını bir arada tutuyor, Türk milletinin İslam’ı bünyesine has bir şekle irca ederek kabul ettiğini işliyordu. “Bir Rüyada Gördüğümüz Eyüp” başlıklı yazısında Eyüp el Ensari’ye İstanbul ahalisinin gösterdiği teveccühü mühim görüyor, türbeleri bir anlamda takdis ediyordu. Babanzâde Ahmed Naim Bey bu yazıya ciddi bir tenkitte bulunur: “İslamiyet'e sizin ettiğiniz zararı kimse etmiyor. Zaten dalalete düşmüş bu zavallı milleti daima şaşırtıyorsunuz… Bir zaman Türkçülükle, şimdi de İslamiyet'i efsaneler üzerine kurulmuş bir din göstererek... hasılı bu şaşırmış millete bir türlü şaşırtmayı icat ediyorsunuz… Bizim Abdullah Cevdet'in dinsizliğinden korkumuz yoktur, çünkü o sarahatle dinsizdir ve maddidir; İslamiyet'i yıkamaz. Halbuki sizin 'Tevhid-i Efkar'da bir seneden beri çıkan bu yazılarınız İslam akaidini ve esasatını baştan başa tahrif ediyor. Beyefendi! İslamiyet'te ölülere ibadet, mezarlara muhabbet, ölmüş insanları filan ve falan semtte hazır ve nazır zannetmek gibi itikatlara yer yoktur. Peygamber Efendimiz (sas) Hazretlerinin kendi naşı bile takdis olunamaz. İşte İslam'ın Hıristiyanlığa ve diğer dinlere bir faikiyeti bundandır."
Yahya Kemal bu ifadelere şu şekilde cevap verir: “Demin biz korkmayız gibi bir şey söylüyordunuz. Siz kimsiniz? Kaç kişisiniz? Çoksanız bile bütün bir Türk milletinin tarihi hatıralarına ne karışırsınız? Türk milleti dinini istediği gibi benimsemiştir. Diyanetini vatanının toprağına tahayyül ettiği şekilde karıştırmıştır. ‘Biz’ dediğiniz zevat kalkıp da: ‘Ey Türkler, İslamiyet sizin vatan toprağınıza bigânedir, sizin milliyetinizi ve diğer milletlerin milliyetini de tanımaz. Zaten milliyet tanımaz. Sizin filan ve falan ‘vatan’a İslamiyetin ruhaniyetini şu bu şekilde, hulasa putperesthane bir itikat bakiyesiyle izafe edilmesini İslamiyet istemez!’ demenizle emin olunuz ki şu memlekette bir yaprak kımıldamaz. Evet, bu millet, İslamiyeti kendi mizacına göre kabul etmiş ve çok eski putperestliğiyle karıştırmış ve öyle sever; onun uğrunda yalnız bu sebeplerle ölür. İslamiyeti olsun, Hıristiyanlığı olsun, diğer dinleri olsun bütün milletler daima kendi hilkatleriyle, temayülleriyle, muhayyileleriyle, ihtiyaçlarıyla karıştırarak kabul etmişler ve başka türlü almalarına zaten imkân yoktur.”
Bugüne ışık tutması açısından, Tanzimat ve Kemalizm’in kurguladığı “yeni”lik olgusu ve karşılarında olmasa da bu değişimi köklü ve felsefi bir birikimle destekleyen bir grup düşünürle karşılaşıyoruz.
Cumhuriyet döneminden başlayarak bugünlere değin İslami düşünceye göre kutsal sayılamayacak kavramların, sembol ve simgelerin Türk’ün dini, türbesi, kültürü, geleneğiadı altında bir dine karşı yeni bir din formu üretildiğini idrak etmek gerekiyor.
Toplumun köklerini kaybetmesine karşı alınan türlü önlemler, sığınılan değerler kişileri “ölü sevicilik” gibi trajikomik bir noktaya kadar getirmiştir. Değişim karşısında geçmişe atıf yapan, değişimi bir yandanarzulayıpbir yandan değer verdikleri kurum ve sembollerin içlerini de boşaltmaktan çekinmeyen muhafazakârlar için bu durum bir hastalık haline gelmiştir. Geçmişe duyulan nostalji algısı ile kastedilen sadece gündelik yaşamın olağan değişimi içerisinde kaybolmuş geçmişi anmak olarak değil, aynı zamanda modernliğin erozyona uğrattığı bir geçmişin vurgulanmasıyla birlikte ortaya çıkar. Yerliliğe tutunanlar için değişimin peşinen iyi olmaması, idealize edilen ve kazanımlar haline getirilen bu nostaljik geçmişten doğmaktadır.
Sembol ve simgelerin toplumları bir arada tutmak için oldukça pragmatik olduğunu ifade etmek gerekiyor. Her ne kadar geçmişin sökülüp yok edilmesine karşı içgüdüsel bir itiraz iyi niyetli olsa da bütünüyle doğru olduğunu kabul etmemek, eleştirel bir tavırla gelenekselliğin işlevselliğiyle değer yüklediği simgelere yaklaşmak gerekiyor. Unutulmamalıdır ki cahiliye devri de, Pagan Kültürü de, bugünün Batı dünyası da sembol ve simgeleri üzerinden geçmişini diri tutmaya çalışmıştır, çalışmaktadır.
Dipnot:
1- Alev Alatlı, Avrupa: Kökler, Efsaneler, İnançlar, http://kirmizilar.com/tr/index.php/konuk-yazarlar2/667-avrupa-k%C3%B6kler,-efsaneler,-inan%C3%A7lar-i
2- Bekir Berat Özipek, Muhafazakârlık -Akıl, Toplum, Siyaset, Liberte y., Ankara, 2004.
3- Bekir Berat Özipek, Muhafazakârlık -Akıl, Toplum, Siyaset, Liberte y., Ankara, 2004.