Ersin Çelik / Yeni Şafak
Yeni başlayacaklar için ‘toplumsal cinsiyet eşitliği’ zehri
Amerikalı feminist ve felsefe kuramcısı Judith Butler, “toplumsal cinsiyet” teorisini temellendirdiği kitaplarında, birer “biçim” olarak pedofili ve ensesti de savunur. Kendisi de lezbiyen olan ve kaleme aldığı ‘Cinsiyeti Çözme’ isimli kitap dünyada en çok okunanlar arasına giren Butler, kadın ve erkek kimliğinin tarihsel bir hastalık olduğunu ileri sürer.
Birkaç ay önce bu köşede söyleştiğimiz Psikiyatr Mustafa Merter, Judith Butler için “üçüncü feminizm akımının mimarı” demişti.
“Toplumsal cinsiyet eşitliği” ya da artık “ideolojisi” olarak kodlanması gereken bu kavramı son yıllarda çok fazla duyuyoruz. Son olarak CHP Genel Başkanı Özgür Özel katıldığı yayında, iktidara gelmeleri halinde mevcut Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığını kaldıracaklarını, yerine Kadın ve Cinsiyet Eşitliği Bakanlığı kuracaklarını açıkladı.
Dikkat ediyorsanız aileyi ortadan kaldırmaya yönelik, kurumsal ve yapısal olarak yok sayan politik bir vaatte bulunuyor Özgür Özel. Kesin, net ve kararlı!
Cinsiyet eşitliği kavramına dönecek olursak; sempatik, insani ve kulağa sıcak geliyor. Farklı düzlemlerde kadın ve erkek arasında sosyal eşitlik sağlanacağının teminatı olarak sunuluyor. Ancak perde gerisindeki manzara öyle değil.
Toplumsal cinsiyet (gender) kavramı, cinsiyetin biyolojik farklılıklardan ayrı olarak toplumsal ve kültürel faktörler tarafından şekillendiğini vurgulayan anlayışı ifade eder. Bu anlayışa göre; “cinsiyetler birer psikolojik duyumdan ibaret olup kişinin öz algılayış biçimlerine göre değişkenlik gösterebilmektedir.” Kavramın kökenleri, 1960’larda ve 1970’lerde cinsiyet çalışmaları ve feminist hareketin yükselişiyle bağlantılı. Judith Butler gibi toplumsal cinsiyet ideolojisine katkı sağlayan feminist düşünce üreticilerinin söylemleri iyi irdelenirse bugün karşı karşıya kalınan dayatmaların asıl amacı görülebilir.
Isaac Madison Bentley, 1945 yılında toplumsal cinsiyet kavramını kullanan ilk kişi olarak; bugün maalesef nüfus cüzdanlarımızda da cinsiyetin İngilizce karşılığı olarak yer alan ‘gender’ ifadesini, “cinsiyetin (İngilizcede “sex”) toplumsallaştırılmış tarafı” olarak tanımlıyor.
Yine feminist düşünür Simone de Beauvoir 1949 yılında cinsiyetin yalnızca biyoloji ile açıklanamayacağı ve biyolojik faktörlere indirgenemeyeceğini, kişilerin toplumsal, kültürel etkileşimlerle şekillenen bir kimlik geliştirebileceğini vurgulayarak toplumsal cinsiyet ideolojisine zeminler inşa ediyor. Kaleme aldığı ‘İkinci Cins’ adlı kitabında “kadın doğulmaz, kadın olunur” tanımlamasını yapan Beauvoir verdiği bir söyleşide ise “Hiçbir kadına evde kalıp çocuklarını büyütme yetkisi verilmemelidir. Toplum tamamen farklı olmalıdır. Kadınların böyle bir seçeneği olmamalıdır çünkü böyle bir seçenek olursa, çok sayıda kadın bunu yapacaktır” diyor. Yani kadınların, fıtratlarından gelen dürtülerinden, başta da annelik vazifelerinden uzaklaştırılması gerektiğini savunuyor. Burada, kadınları anneliklerinin yaşayabilecekleri ev ortamından uzaklaştırmak isterken, kitabında sunduğu “kadın doğulmaz, kadın olunur” tezini yani kendisini de yalanlamış oluyor aslında.
Fikir düzeyinde geliştirildiğini anladığımız toplumsal cinsiyeti tarif eden ve pratiğe geçiren isim ise cinsiyet araştırmacısı John Money olmuştur. Bilinen ilk cinsiyet değiştirme ameliyatını yapan bu isim, meşhur “ikizler deneyinin” de sahibi olup cinsel organında hasar meydana gelen ikiz erkek kardeşlerden birinin ameliyatlarla kız olması gerektiğini, cinsiyetin zaten toplumsal ve psikolojik bir şey olduğunu, kız gibi yetiştirilirse hiçbir sorun kalmayacağını ifade ediyor. Şunu da aktarayım: cinsiyetini değiştirdiği erkek ise kadın gibi yaşamaya çalışırken girdiği bunalımların ardından intihar etti.
‘Toplumsal cinsiyet’ teorisinin en zehirli yönü ise yok saymadan ‘yok etmeye’ yönelik söylem ve eylemleri meşrulaştırması olarak karşımıza çıkıyor. Yani doğuştan gelen cinsiyetlerin, biyolojik ve aksi iddia edilemez yönleri, şemsiye vazifesi gören kavramın altında psikolojik kırımlara uğruyor. Sonucunda da cinsiyete dayalı fıtri roller yok ediliyor, cinsiyetler iç içe geçiriliyor ve günümüzdeki gibi akışkan cinsel kimlikler ortaya çıkarılıyor. İşte tam da bu noktada toplumsal cinsiyetin LGBT ideolojisinin bir başlangıç noktası olduğu gerçeği ile de yüzleşilmeli. Tarihsel gelişimi ve muhtevası göz önünde alındığında, toplumsal cinsiyet kavramını, eşcinsellik akımları ve ideolojisinden bağımsız okunamayacağı aslında tüm yalınlığı ile sergileniyor. Son 80 yılda başta Amerika ve Avrupa’nın kadın örgütleri, feminist oluşumlar ve toplumsal cinsiyet eşitliği kavramı üzerinden çeşitli hakların peşine düşenler bugün eşcinselliği ve diğer sapkın cinsel yönelimleri savunur hale geldiler.
Batı şimdi yeni bir yüzleşmenin şokunu yaşıyor: kadın haklarını savunmak için yola çıkan feminist hareketler bir süre sonra kadınlığı, cinsiyetleri ortadan kaldıran bir yapıya dönüştüler!
CHP lideri Özgür Özel’in, aile kurumunu bakanlık nezdinde devreden çıkartıp, kadınlar ve cinsiyet eşitliği üzerinden yeni bir bakanlık kurma vaadi, sıranın Türkiye’ye getirilmek istendiğinin açıkça ilanı olarak kayıtlara geçmeli.
Bu tatlı zehir, ‘İstanbul Sözleşmesi’ ile Türkiye’ye hem politik hem de sosyolojik olarak bulaştırılmıştı. Güç bela geri dönüldü. Ancak görülüyor ki zehrin dozunu farklı yollardan artırmak istiyorlar. Yasa yapıcılar çeşitli önlemler almalılar elbette ancak toplumsal bilinç ve gerçek niyetleri okumanın daha etkili olacağını düşünüyorum. Bugün Avrupa’da sağ partilerin iktidar yürüyüşünün ve Amerika’da yeniden Trump’a yönelmenin etkin nedenleri arasında LGBT ve türevi akımlara olan anlamlı tepki yatıyor. Yakın zamanda çok fazla tartışılacağı için şimdiden ve yeri gelmişken not etmiş olalım.