Prof. Dr. Mustafa Kemal Şan / Açık Görüş
Neden futbol sadece futbol değildir?
Bu yazıya ilham veren temel motivasyon bir aydır Katar'da icra edilen FİFA Dünya Kupası organizasyonu ve bu turnuva vesilesi ile ortaya çıkan, kültürler arası ilişkilerde bir ifade aracına dönüşen futbol olgusunun popüler kültür açısından taşıdığı önemdir. Futbol tüm dünyada milyarlarca insanı aynı anda harekete geçiren en etkili kitlesel spor dalıdır. Futbolun tüm güzelliklerini izleyeceğimiz ve milyonlarca insanı arkasından koşturan futbol ikonlarının zarif bir resitali olarak görülmesi gereken bu turnuvaların elbette çok farklı açılardan da okunması mümkündür. Simon Kuper'in "Futbol Asla Sadece Futbol Değildir" adlı kitabında da vurguladığı gibi futbol aslında siyasetin, kültürün, ulusların kendi dip derinliklerine gömdükleri yenilgi, nefret ve acılarının ortaya çıkardığı travmaları ile hesaplaştıkları bir er meydanı olmanın yanı sıra eşitsizliklerin zirve yaptığı, insan hakları ihlallerinin her tarafı sarıp sarmaladığı dikta rejimleri için de çok önemli bir can simidi vazifesi görür.
Kolektif hafıza
1982 Dünya Kupası İspanya'da yapılmıştı. İtalya'nın şampiyonluğu ile neticelenecek bu turnuvada birçok futbol taraftarı gibi ben de Cezayir'in Almanya'yı 2-1 yendiği, tüm futbol otoritelerini şaşkına çeviren o maçı asla unutamıyorum. Çocuk kalbimle o zaman Cezayir'in kazanmasından neden bu kadar mutluluk duyduğumu, neden Cezayir takımının arkasında olmam gerektiğini bilmiyordum. Henüz 13 yaşında olan bir ortaokul çocuğunun bile toplumsal hafızasında hangi takımı tutması gerektiğine dair bilinci yaratan şey neydi? Bunu bugün bile düşünmeden edemiyorum. Ya da 1986'da Maradona'nın daha sonra "Tanrının eli" olarak tanımlayacağı meşhur vuruşunda İngiltere fileleri ile buluşan kafa şutu, finalde Arjantin'in Almanya'yı yenerek kupayı ikinci defa kaldırması beni ve milyonları neden bu kadar memnun etmişti? Bunun rasyonel bir açıklaması olamaz. Ama toplumsal bellekte birikmiş olan Doğu-Batı çatışması ve dengesizliğine ilişkin bilgilere sahip olduğunuzda bu konunun hiç de o kadar anlaşılmaz olmadığının farkına varabiliyorsunuz. Arjantin bu turnuvadan çok kısa bir süre önce, burnunun dibinde olan Falkland adalarındaki İngiltere egemenliğine itiraz ederek İngiltere ile savaşa tutuşmuş ve savaşı kaybetmişti. 86'nın bu en ilginç müsabakasında Arjantin, İngiltere'yi 2-1'le kupa dışına iterek Falkland hezimetini ulusal kolektif bilincinde telefi etmiş oluyordu. Bu rövanş aslında sadece Arjantin'in rövanşı olamazdı. Zira İngiliz İmparatorluğu'nun tüm dünya üzerinde bıraktığı acı hatırlar zihinlerden silinemezdi. İstanbul'un İngilizler tarafından işgalini bilen, devasa bir imparatorluğu başta ve en önce İngilizlerle yaptığı savaşlar sonucunda kaybetmenin unutulmaz travmaları ile yüzleşmek zorunda kalan biz Türkler için de Arajantin'in 86'da İngiltere'yi yenerek elemesi anlatılamaz bir mutluluk veriyordu. Türk toplumunda yaşamış, yetişmiş ortalama bir Türk bugün de Avrupa ülkeleri karşısında eğer bir Batı dışı ülke rakipse mutlaka o Batı dışı ülkenin taraftarı olur.
'Sizi kabilelere ayırdık'
Doha'da düzenlenen 2022 Dünya Kupası da unutulmaz bir futbol resitali olmanın yanında yine kültüralist bir perspektiften bakıldığında yorumlanmaya açık önemli sosyolojik konuları önümüze koydu. Ünlü Amerikalı aktör Morgan Freeman ve Katarlı engelli genç Ghanim Al Muftah'ın birlikte yaptıkları açılış sunumu turnuvaya eşsiz bir başlangıç yapılmasını sağladı. İkilinin birlikte okudukları Kur'an-ı Kerim'in Hucurat Suresinin 13. Ayeti, adeta başlayacak olan turnuvanın ulusları birleştirecek bir güce de hizmet edebileceğine işaret ediyordu: "Biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için sizi kabilelere ve boylara ayırdık".
Fas'ın başarısı
Bu turnuvanın belki de en dikkat çeken olayı ilk defa bir Afrika ülkesinin ve ikinci defa da Müslüman bir ülkenin yarı finale kadar çıkarak büyük bir başarıya imza atmasıydı. Fas yarı finale gelene kadar iki dev futbol ülkesi İspanya ve Portekiz'i saf dışı bıraktı. Her iki ülke de 1492'den sonra Endülüs topraklarını yeniden fethederek burada yaşayan Müslümanları din değiştirmeye zorlamış, kitlesel kıyım yapmıştı. Endülüs'ten sürülenlerin yaşama tutunacakları yerlerin başında bugünkü Fas toprakları olarak bilinen Mağrip vardı. Fas'ın bu her iki ülke karşısında aldığı başarının İberya yarımadasını adeta yeniden fethe çıkması olarak okunması yine futbolun sadece futbol olamayacağı gerçeğine götürüyordu bizi. Fas'ı yarı finalde bekleyen rakibin Fransa olması da kaderin bir cilvesi idi. Fransız kolonyalizminin tüm Afrika'da kurmuş olduğu sömürge yönetimleri nedeniyle Afrika toplumları yüzlerce yıl, tarihin tanık olduğu en insanlık dışı muamelelere maruz kalmıştı. Fas yarı finalde Fransa'yı geçmeye muvaffak olamasa da bu karşılaşma futbol tarihinin yeni unutulmazları arasına girmeyi başardı.
'Sömürge ahalisi' yorumu
Acaba futbolun bu kültüralist okuması ne kadar doğru bir okumadır? Bir spor dalı olan futbolu bu kadar siyasi, dini, etnik ve kültürel bir okumaya tabi tutmak ne derece hakça bir değerlendirmedir? Bir futbolsever olarak bu aşırı kültüralist yorumlardan rahatsızlık duymak ve sosyolojik gerçekliğe teslim olmak arasında bulunuyorum. Arjantin takımının başarısının bende uyandırdığı sevinci gördüğümde kendimi bu sosyolojiye teslim ettiğimi anlıyorum. Öte yandan Fas takımının başarısının kutsanması, İslam toplumlarındaki başı bozuk rejim ve anti demokratik diktatöryal ve yarı diktatöryal rejimlerin ortaya koyduğu sorunları, bu ülkelerdeki gelir dağılımı adaletsizliğini, devletlerinin yolsuzlukla malul kamu politikaları ile hareket ettiğini, insan hakları ihlallerini unutturmamalı, bunu biliyorum. Böyle bir ortamda futbol ile gelen bu sahte tatmin duygusunun futbolu bir afyona çevirme riski taşımakta olduğunu görmek gerekiyor. Futbolun çok sevildiği ülkelerin bir kısmının belli dönemlerde dünyanın en diktatöryal rejimlerinin kurumsallaştığı ülkeler olarak karşımıza çıkmış olması da bana hiç şaşırtıcı gelmiyor. Portekiz, İspanya, Arjantin, Brezilaya, Şili... Ayrıca kurulan askeri diktaların, cuntaların futboldan çok memnun oldukları da bir gerçek.
Katar'da bir başka dikkat çekici husus da Fransa ulusal takımının sahip olduğu muazzam etnik çeşitlilikti. Başta Fransa takımının en büyük yıldızı Mbappe olmak üzere, Dembele, Varane, Mandanda, Upamecano, Nkunku, Kounde, Mendy, Fofana, Camavinga, Thuram, Kimpembe vb. gibi etnik kökeni eski Fransız sömürgelerine dayanan futbolcuların takımda 2-3 beyaz oyuncuya büyük galebe çalması çok farklı yorumlara konu oldu. Afrika kökenli bu yetenekleri Fransa'nın istismar ettiği, onları sömürmeye devam ettiği, onların gerçek Fransız olmadıkları gibi oldukça vulgar, yüzeysel ve ideolojik değerlendirmeler de yapıldı. Etnik sosyoloji ve çokkültürcülük çalışan bir akademisyen olarak bu yorumlara pek katılmadığımı ifade etmek durumundayım. Zira Fransa öteden beri kendi kolonilerinden gelen ve metropol ülke Fransa'ya yerleşmiş olan eski sömürge ahalisine Fransız toplumunun eşit ve özgür yurttaşı olma şansını tanımıştır. Fransız kimliği ile iftihar ettikleri, Bastil gününün anlamına inandıkları sürece Fransız olmalarında bir sorun olmayacağını kabul eden bir ulus ve vatandaşlık konsepti mevcut. Bu vatandaşlık fikrine dayanan Fransız siyasi geleneğine göre, Fransız vatandaşı olmak demek serbest iradeyle Fransız ulusuna bağlanmak ve diğer vatandaşlarla aynı hak ve görevlere sahip olmak demektir. Konu Fransa'nın ulus anlayışı ve değerler manzumesine dayanmaktadır. Bu değerleri kabul ettiğiniz, "özgürlük, eşitlik, kardeşlik" devrim ilkelerine uyduğunuz müddetçe Fransız olmanızda bir beis görülmez. Çünkü kendini Fransız hisseden herkes Fransız'dır. Bu bakımdan futbol, Fransız devletinin ağırlıklı olarak eski kolonilerinden aldığı göçmen ve azınlık unsurlarının ana akım topluma adapte edilmesi için bulduğu çözümlerden biridir. Bu tarz bir ulus anlayışına sahip olmayan ve ulusu kan üzerinden tanımlayan Almanya'da yıllarca beyaz Alman unsurların dışında yabancıların Alman milli forması altında Futbol oynamasına izin verilmemesi de boşuna değildir. Almanya, ulusu kan üzerinden tanımlama özelliğini çok kısa bir süre önce belli ölçüde gevşetti. Bu nedenle Türk ve Afrika kökenli Alman futbolculara artık rastlamaya başladık.
Son sözler de bu yılın şampiyonu Arjantin'in futboluna dair olsun. 1978, 1986 dünya şampiyonluklarını kazanan Arjantin bu kupada 1930, 1990 ve 2014'te üç kez de final oynamış bir futbol ülkesidir. Tüm Latin Amerika ülkeleri gibi Arjantin için de futbol siyasetin ve toplum yönetiminin merkezi figürüdür. Özellikle 1970'li yıllarda ülkede hakim olan askeri cunta rejimi futbol ile derin bağlantılar kurmuştur. Yürütmekte oldukları baskı rejiminin Batı dünyasındaki ülkelere yansıtılan olumsuz imajını izale etmek için en iyi çözümün Dünya Kupası'na ev sahipliği yapma fikri olduğuna kanaat getirmişlerdir. Arjantin'in 1978 Dünya Kupası'na ev sahipliği fikri hakkında Simon Kuper şu tespitleri yapar : "Generaller, Dünya Kupası'nı hem kendi halklarını hem de dünyayı etkileyebilmek için sahnelemişti. Dünya Kupası sayesinde, sürekli yapılan askeri darbelerin dünya basınında nadiren birkaç paragrafla geçiştirildiği bir ülkeye binlerce gazeteci gelebilirdi." Arjantin'in askeri cunta rejiminin siyasi görüntüsüne çeki düzen vermek için Dünya Kupası'na ihtiyacı vardı. Aynı zamanda futbol, ülkede var olan hiper enflasyon, insan hakları ihlalleri gibi toplumsal ve siyasal sorunlar için de çok güçlü bir sosyal sermaye değeri taşıyordu. Bu, bir siyasal sistemin asla kolayca feda edemeyeceği bir rezervdi. Nitekim Arjantin ev sahibi oldu ve Dünya Kupası'nı kazanarak bu potansiyel sosyal sermayeyi kinetik hale getirdi. Yine Kuper'den aktaracak olursak: " Tam bir coşku ve histeri patlaması yaşanıyordu. Bütün ülke sokaklara dökülmüştü. Radikaller Peron yanlıları ile kucaklaşıyor, Katolikler ise Protestan ve Yahudilerle sarmaş dolaş oluyordu. Hepsinin elinde aynı bayrak vardı: Arjantin bayrağı." Ama ülkenin bir dünya şampiyonluğuna ulaşması ve bunu 1986'da Diego Armando Marodona'nın liderliğindeki takımı ile ikinci kez Meksika'da kazanması ülkenin içinde bulunduğu ekonomik ve siyasi sorunları aşmasına imkan vermedi. Bugün Arjantin o diktatöryal dönemin ortaya koyduğu tahribatı büyük oranda aşmış görünse de futbol artık tüm Latin Amerika için bir kaderdir. Geniş kitleler için futbol hala toplumsal tabakalaşma piramidinde yükselmenin en garanti yolu olarak görülür.
Futbolun sadece futbol olmadığını bilmenin insanda yarattığı derin huzursuzluğu aşarak yine de dört yılın geçmesini iple çekeceğimi biliyorum. Zira Türkiye liglerindeki yavan ve kısır futbolla hemhal olmaya razı olmayacaklar için Dünya Kupası estetik futbol sevgisinin tatmin edileceği tek yer olma özelliğini korumaya devam ediyor.