Toplumsal Algıda Tehlikeli Dip Akıntılar

Türkiye bir kez daha ‘itibarsız siyaset’ ile ‘itibarlı asker’ denkleminin tepkimeye girmek üzere olduğu bir tarihsel momentin başlangıcında... Böyle bir Türkiye’de ‘askeri vesayet bitti artık’ deyip rehavete kapılmak çok büyük bir siyasi hata olacaktır.

Alper Görmüş / Al Jazeera

 

Siyasetçiler, 7 Haziran’daki kritik seçimlerde seçmenin ‘uzlaşma’ mesajı verdiği hususunda uzlaştılar ama bir hükümet oluşturmayı beceremediler. Bu durumun seçmende yarattığı öfkenin en çok hangi partiyi vuracağını hesap etmek zor. Fakat olan bitenin şimdiden bütün siyasetçileri ve siyaseti vurduğu apaçık bir gerçek.

Öte yandan, seçimlerin ardından başlayan kanlı sürecin faturası da, ateşkesi önce PKK’nın bozduğu gerçeğini ne kadar sık hatırlatsalar da sonunda siyasetçilere (tabii özellikle iktidar siyasetçilerine) çıkartılacaktır. Bunun böyle olacağını anlamak için asker cenazelerinde ortaya çıkan protestolara bakmak yeter.

Çok açık ki, toplumsal algıda, ‘eski Türkiye’den’ çok iyi tanıdığımız bir siyaset ve siyasetçi alerjisi kök salıyor.

Bir yüzünde ‘yeniden siyaset alerjisi’ bulunan madalyonun öbür yüzünde ise askerlerin, ‘Ergenekon-Balyoz’ davalarındaki bazı ihlalleri istismar ederek geliştirdikleri ‘mağduriyet’ algısı üzerinden yürüttükleri, toplum nezdinde yeniden prestij kazanma çabaları var.

Belirli koşullar oluştuğunda, ‘itibarsız siyaset-itibarlı asker’ denkleminin ne tür sonuçlar üretebildiğini hepimiz tecrübelerimizden biliyoruz: Toplumun güvenlik kaygılarının başka her şeyi arka plana ittiği koşullarda bu kaygılar katalizör işlevi görüyor ve toplum, bir süreliğine de olsa demokratik olmayan usullerle yönetilmeye razı olabiliyor.

Toplumdaki siyasetçi ve asker algıları bugün elbette darbe dönemleri öncesindeki kıvamında değil, fakat oraya doğru ivme kazandığı çok açık. Yine, toplumdaki güvenlik kaygılarının, madalyonun iki yüzünün tepkimeye girmesine elverişli koşulları yaratmak üzere hızla olgunlaştığı da meydanda...

Karanlıkta ıslık çalmaktansa, karanlıkta nelerin boy vermekte olduğunu ortaya çıkarmak üzere karanlığa bir ışık tutmak çok daha hayırlıdır... Buradan itibaren, görebildiğim ve sezebildiğim kadarıyla önümüzdeki karanlığa böyle bir ışık tutmaya, toplumdaki asker ve siyasetçi algılarının yeniden değişmeye başladığını göstermeye, yani iddiamı temellendirmeye çalışacağım.

Kirli siyasetçiler, temiz askerler

Eski Deniz Kuvvetleri Komutanı Özden Örnek’in notlarının geniş versiyonu niteliğindeki İmaj ve Hakikat: Bir Kuvvet Komutanının Kaleminden Türk Ordusu başlıklı kitabımın işaret ettiği temel nokta şuydu: Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK), içinden çıktığı toplum kadardır; ne daha kirlidir ne daha temizdir.

Oysa, TSK’nın 2000’li yılların başlarına kadar topluma başarıyla şırıngalanan imajı bambaşka bir imajdı ve bu, darbelerin meşruiyet kaynaklarından biri olarak işlev görüyordu. Kitabın önsözünde bu ilginç paradoksu şöyle anlatmıştım:

“Türkiye’nin gerçek bir demokrasi olmayan ‘kendine has’ vesayetçi demokrasisi temel olarak iki algı üzerinde yükseliyor:

a) Kendi çıkarından başka hiçbir kaygısı olmayan, kişisel hesapları uğruna rakipleriyle didişmekten başka bir şey düşünmeyen sivil siyaset sınıfı algısı.

b) Sadece ülkenin ve milletin âli menfaatlerini düşünen, bu uğurda bütün kişisel kaygılarından uzaklaşmış askeri sınıf algısı...

Toplumun kirinden-pasından münezzeh, bambaşka bir kategori oluşturduğuna inanılan Türk Silahlı Kuvvetleri, işte bu ‘ahlâki üstünlüğü’ nedeniyle gerektiğinde sivil siyasetçileri görevden uzaklaştırıyor, ülkeyi bir süre yönettikten sonra, nispeten gevşek bir vesayet düzeyini korumak koşuluyla kışlasına çekiliyordu.”

Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AK Parti / AKP) çok yüksek oy oranlarına dayanan kuvvetli hükümetlerinin başta ekonomi, demokrasi ve Kürt sorunu olmak üzere çeşitli alanlarda sağladıkları başarılar sayesinde siyaset kurumuna giydirilmiş olan deli gömleği önemli ölçüde parçalandı. Toplum, sorunların siyaset ve siyasetçiler tarafından çözülebileceğine inanmaya başladı. Fakat 2011-2012’den itibaren bu inançta birtakım kırılmalar baş gösterdi.

Anti-siyaset odaklarının toplumun zihnine yeniden girebilmelerini sağlayan ilk gelişme, bazı iktidar siyasetçilerini töhmet altında bırakan 17-25 Aralık oldu. AK Parti’nin soruşturma sürecini Meclis’te kesmesi, ‘siyaset’e dair kuşkuları büyüttü, güveni azalttı.

Haziran seçimlerinin ardından siyaset sınıfının sergilediği performans ise yeni ve daha büyük bir kırılmaya yol açtı: Zihninin bir yerlerinde zaten anti-siyaset tortuları taşımakta olan toplum, bu defa bütün siyasetçileri kapsamak üzere ‘bunlar böyledir işte’ diyen iç sesini uzun yıllar sonra ilk kez yeniden duydu... Bu kadim duygunun, ülkenin bir kan gölüne döndüğü koşullarda yeşermeye başlamasının o duyguya nasıl bir ivme kazandıracağını ayrıca hesaba katmak gerekir.

Seçim kampanyasının başlayıp, siyasetçilerin bildiğimiz üslupla birbirlerine girdiği koşullarda siyaset ve siyasetçi alerjisinin iyice yükseleceğini kestirebilmek için kâhin olmak gerekmiyor. Fakat önce, henüz kampanya başlamadan bu açıdan nasıl bir tabloyla karşı karşıya olduğumuza bakalım...

Cenaze törenlerindeki atmosfer

Cenaze törenlerindeki atmosferin, tartıştığımız konu açısından anlamlı olup olmadığını gözden geçirmek üzere internetteki videoların tümünü izledim. Bu faaliyetime başlamadan önce, Sağlık Bakanı Müezzinoğlu’na yönelik protestoların en önemli gösterge olacağını düşünmüştüm. Fakat bir cenaze töreninde, kendi oğlu da askerde olan bir kadının tepkisini görünce, bu düşüncemden vazgeçtim.

Kadın, cenaze kalabalığının önünde bir aşağı bir yukarı gidip gelirken, bir yandan da şöyle bağırıyordu:

“Her gün ben de bekliyorum sıra bana ne zaman gelecek diye... Yazık, böyle vatan olmaz... Ben helâl etmiyorum çoluğumun çocuğumun hakkını bu vatana... Böyle vatan sağ olmasın...”

Buraya kadar mutlak bir sessizlik içindeydi kalabalık... Fakat asker annesinin, lafını iktidar siyasetçilerine getirip “Yazıklar olsun böyle vatana da, böyle başbakana da, böyle cumhurbaşkanına da” diye bağırmasıyla birlikte büyük bir alkış koptu... Gerçekten de çok şey söyleyen bir kayıttı.

Öte yandan, siyasetçilerin, toplumdaki ‘vatan sağolsun’ refleksinin hızla sorgulanmaya başladığını hissedemeyip, bu tepkiyi güçlendirecek mesajlar vermeleri de bahs-i diğer... Bu çerçevede Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ‘şehit ailesi’nin tören ânındaki ‘mutluluğu’na dair sözleri ile Sağlık Bakanı Müezzinoğlu’nun Erdoğan başkan seçilseydi ülkenin bu hale düşmeyeceğine dair sözleri zikredilebilir. (Nitekim, bir törende Müezzinoğlu’na yönelik tepkiler, bir kişinin “Erdoğan’ın başkan seçilmesi için daha kaç şehit verilmeli” sözlerini izlemişti.)

Siyasetçiler, ‘şehit olma’ ve ‘oğullarını askere gönderme’ heveslerine dair sözlerinin de toplum tarafından ‘duyguyu istismar’ faslından kayda geçirildiğinin farkında değiller. Bu çerçevede de Enerji Bakanı Taner Yıldız’ın “şehit olmak istiyorum” sözüyle, Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) Genel Başkan Yardımcısı Gürsel Tekin’in “Üç tane oğlum var, ikisi okuyor, buna rağmen çocuklarımın okullarını dondurabilirim, bu çocuklarımızı gönderelim” sözü zikredilebilir. (O Gürsel Tekin ki, bir samimiyet krizi ânında, kendi askerliğini ‘il başkanı’nın torpiliyle nasıl rahat koşullarda yaptığını anlatmıştı.)

Bütün bu tabloya, seçim kampanyasının, koalisyonu kimin kurmadığına, ‘tekrar seçim’in cumhurbaşkanının inisiyatifine bırakılmasında kimin suçlu olduğuna dair bitmez tükenmez suçlamalar-inkârlar temelinde yürütülecek olmasının etkilerini ekleyin... Toplumdaki siyaset ve siyasetçi algısının nerelere evrileceğini kestirebiliyor musunuz?

O esnada asker imajı

Toplumdaki siyaset ve siyasetçi algısı hızla ‘negatif’e dönerken, bir kuvvet komutanının yolsuzluktan hapse mahkûm edilmesiyle (2002) başlayıp siyasete kaba müdahale girişimleri ve darbe davalarıyla devam eden süreçte hayli yara almış asker imajı hızla ‘pozitif’e dönüyor.

Türkiye’nin en büyük iki partisinden sürekli belediye yolsuzluğu kokuları yükselirken, askerlerin de benzer zaaflarla malûl olduklarına dair iddialar ve bu yöndeki inanış giderek toplumsal hafızanın derinliklerine gömülüyor.

İçinde bulunduğumuz dönemin bu açıdan en önemli vechelerinden biri de, son 7-8 yılda askerlere büyük bir haksızlık yapıldığının neredeyse hâkim toplumsal duygu haline getirilebilmiş olmasıdır. Askerler, bu algıdan, bundan böyle kendilerine kolay kolay bir şey yapılamayacağına dair yüksek bir özgüven duygusu peydahlamış görünüyorlar. Bir örnek olarak, tutuklanıp hapis yatan, sürecin sonunda da TSK’ya geri dönen bir albayın, emeklilik onayını beklerken henüz birkaç gün önce emekli olmuş Genelkurmay Başkanı’na hitaben yazdığı şu alaycı satırlara bakabiliriz:

“Sevgili Necdet, emeklilik onayımın gelmesine çok az kaldı. Devir teslim töreninde yaptığın konuşmanın bazı satırlarına cevabımı onayım gelir gelmez vereceğim ve emin ol gerçekten sabırsızlanıyorum. Ama yine de şunu söylemek isterim ki Necdet, sen yoksan ben de yokum ve artık buralarda duramıyorum. TSK’nın sensiz tadı tuzu kalmayacak.”

Sonuç olarak:

Türkiye bir kez daha ‘itibarsız siyaset’ ile ‘itibarlı asker’ denkleminin tepkimeye girmek üzere olduğu bir tarihsel momentin başlangıcında... Tepkimenin her zamanki katalizörü ‘güvenlik kaygısı’ da bütün azametiyle üzerimize çökmüş durumda.

Dümdüz söyleyeceğim: Böyle bir Türkiye’de ‘askeri vesayet bitti artık’ deyip rehavete kapılmak çok büyük bir siyasi hata olacaktır.

Yorum Analiz Haberleri

Meşru olanı savunursan karşılığını elbet görürsün!
Türkiye solu neden hala Esed rejimini savunuyor?
Sosyal medyada görünürlük çabası ve dijital nihilizm
İran aparatlarının komik antipropagandalarına vakit ayırmak bile coğrafya için zaman kaybı...
Nasıl ki ilk Müslümanlar tüm zorluklara rağmen direndiyse Gazzeliler de öyle direniyor!