İslam dinamik bir dindir. Durağan değil, savunmasız değil, gerekirse kendini yeniden yapılandırabilen dinamik bir din. İslam’ın son yüzyıllarda muhatap olduğu en büyük tehdit ise Modernizmdir! İslam’a meydan okuyan bu olgu öncelikle onu yok etmek ister. Olmadı, onu dönüştürme çabasıyla hareket eder. Kibirle ve tahakkümle “uygarlaştırma” görevini yerine getirmeye çalışan, modern cahiliye sapmasıdır bu!
İslam düşüncesi modern zamanlarda büyük bir çözülme yaşadı! Bunun belki de en önemli sebebi siyasal ve ekonomik anlamda “geri kalma” pskolojisinin etkisiydi. İslam toplumu Batı’dan gelen çeşitli toplum teorileri tarafından tehdit altındaydı. Avrupa merkezci, pozitivist ve seküler dünya görüşleri İslam toplumlarına yön veren siyaset ve fikir adamlarını etkilemekte de gecikmedi!
Bununla birlikte total okuma hastalığına düşmemek gerekiyor. Modern toplum teorileriyle kurulan ilişki her zaman domine etmeve yönetme ilişkisi değil. Bu olgularla kurulan ilişki biçimi değişebildiği gibi, ilişki kuran düşünürler de farklı düşünce altyapısına sahip olabilmekte. Bunların başında İslam’ı dünya görüşlerinde merkeze alan fikir adamları geliyor.
Dünün İslam düşünürleri, Batı toplum düzeninin hegemonyasını meşrulaştıran, Avrupa merkezci anlayışlara tepki koymakta gecikmediler. Kritikte bulundular. Konformizmin pratik faydacılığına düşmediler. Uyum ve itaat düzeni içine yerleşmediler. Seçtikleri yol dönemin şartlarında zordu, ancak onlar kolaycılığa düşmediler. Bedel ödediler; sürgün edildiler, tecrit edildiler, idam edildiler. Ancak onların aydınlattığı yol günümüze ışık tutmaya devam ediyor.
19.yy İslam toplumları işgallere, parçalanmalara, emperyalist saldırılara ve sefaletlere muhataptır. Toplumun düşüşü karşısında, fikren ve zikren bir şeyler yapılması gerektiğini düşünenler vardır. Kurumların, tarikatların, mezheplerin, siyasal varlığın, ekonominin düştüğü durum karşısında, var olmanın çığlığını yükseltenlerdir bunlar.
Bunalımla başa çıkabilmenin yolu, yeniden İslam toplumuna dönüştür. Düşen toplumu yeniden ayağa kaldırabilmektir. İlkelere geri dönüş için tarihsel pratiklerimiz yeterli veriler sunar. Hz.Muhammed(as) ile başlayan cemaatleşme, hareket, hicret ve Medine mirasına sahip çıkmak gerekmektedir. İslam düşünürleri bu boyutuyla bir idealden bahsederken, zamanın toplumsal gerçekliğini de atlamazlar. Araştırmalarının odağında; düşünmek, tartışmak, kritik etmek ve yeniden yapılandırmak vardır.
Bu düşünürler İslam toplumlarındaki sefalet, sömürgeleşme ve yoksullaşmayla yaşanan toplumsal düşüşü yakından yaşarlar. Buna rağmen, yine de İslam toplumu için inançlarını kaybetmezler. Hiçbir zaman şüpheye düşmezler. Şüphe, başkaldırı ve kritikleri, Batı toplum tasavvurlarının taarruzlarına karşıdır.
İslam hakikati, onların moderniteden gelen sert rüzğarlara, fırtınalara karşı ayakta durmalarını sağlar. Kritik bilinci ise, yanlışları görmelerine, istibdatlara meydan okumalarına ve Batı düşünce geleneğine öykünmemelerine sebep olur. İslam hakikati ve kritik bilinci sayesinde Batı düşüncesinin ne müritleri ne de tilmizleri olurlar.
Bu düşünürlerin ortak amaçları; yeni bir toplum tasavvuru geliştirmek, savunmak ve yeniden yapılandırmaktır. Yani tecdit, ihya ve ıslah sorumluluğunu yerine getirmek.
Ulus devlet yapılanmasıyla toplum, homojen bir varlık olarak kurgulandı. Farklılıklar aynı potada eritilip tek bir renge dönüştürüldü. Realiteler üstü bir varlık olarak kabul edildi. Grupları, yerellikleri, kimlikleri yok sayan; tek ırk, tek dil, tek tarih, tek mezhep ütopyasında asimile eden bir kavrama dönüştürüldü. Modernite için bulunmaz bir hint kumaşı olup, bize ait olmayan bu kavram,İslam toplumlarının başına bela edildi. Oysa bizim cemaat, millet ve ümmet kavramlarından menkul bir toplumsal varlığımız vardı. Çoğulcu ve kuşatıcı, ayrıştıran değil birleştiren.
Toplum; içinde anlamlar taşıyan, sembollerle varlık kazanan, eylemlerle belirginleşen ve değerlerle biçimlenen bir olgu. Toplumsal tasavvur ise; topluma mensup insanların ortak düşünme yeteneğidir.
Modernite yeni bir toplum tasavvuru öneriyor. Bütün dünya toplumlarını kapsadığı, evrensel ilkelere dayandığı, tarihsel ilerleme içerisinde en iyi şekline ulaştığı, iddiasını taşıyan bir tasavvur. Bunun için kullandığı en etkili araç bilim! “Hayattaki en hakiki mürşit ilim” olunca, diğer hakikatlerin devre dışı kalması gerekiyordu! İlme vakıf olan Batı, hakikatin temsilcisi olurken, ilerlemenin son evresi pozitif toplum hakikate ulaşan toplum oluyordu! Oysa hakikat; Batı’da ya da Doğu’da olmadığı gibi, geçmişte ya da gelecekte de değildir. Hakikat zaman ve mekân sınırlarına hapsedilemeyecek bir gerçekliktir.
Modernitenin pozitif toplumu; bilime, nesnel dünyanın olgularına, deney ve gözlemle elde edilen bilgilere dayanan bir toplum inşa etmek ister. Sorunları bilim aracılığı ile araştıran, yine bilim aracılığı ile çözen bir toplum! 19.yy İslam toplumunda da bu yönteme bel bağlayanlar olur!
Dönemin fikir adamlarını birkaç kategoride toplamak mükün. İlk grup Batı’nın yukarıdaki söylemine sonsuz güven duyup, biat eden ve Batı’yı taklit ederek kurtuluşa erişebileceğimizi kabul eden tiplerdir. Onlar için pozitivist toplum biçimi tek geçerli yoldur! Bilim etrafında örgütlenen, seküler ilkelere dayanan ve dine toplumsal yaşamda hayat hakkı tanımayan yol! Öyle ki; geri kalmamızın tek sebebi din, ilerleme ve sosyal istikrarın tek kaynağı ise pozitivizimdir! Osmanlı’nın son zamanları ve sonrasında kurulan Cumhuriyet bu kişiler ve prensipler etrafında inşa edilir.
İkinci grup ise bunun tam tersi bir reflekse sahiptir. İslam toplumlarının gerilemesinde etkili olan tutumlardan birisidir bu aynı zamanda! Ulemanın son dönem gelişmeleri karşısındaki tavrıdır bu!İçe dönük, içtihat etmeyen, durağan, statik bir tavırla yeniliğe karşı taassup içinde olan bu tutum, büyük bir hastalık olarak karşımıza çıkar! İşin ilginç tarafı, muhalefetleri Batı hayranlarına, öykünmecilere değil; düşünen, sorunlarımıza kendi özgün kimliğimiz üzerinden çözümler üretmeye çalışanlara olur! Böyle bir çabaya başvurmak, ulema tarafından kâfirlikle suçlanmak tehlikesini barındırmaktadır!
Bu tavırlardan ilki toplumuna, köklü medeniyetine, içsel dinamiklerine yabancılaşıp, Muhammed İkbal’in söylemiyle; “ entelektüel mürtedlik” yaparken; diğerleri donmanın, dogmanın ve taassubun temsilcileri olarak, toplumsal değişim olgusuna yabancılaşmaktaydı!
Oysa İslam toplumunu yeniden inşa edecek aktörlerin başında ulema ve aydınlar gelir. Toplumsal kurtuluş için din âlimlerine, öğretmenlere, düşünürlere her zamankinden daha çok ihtiyaç var.
İfrat ve tefrit boyutuna ulaşan bu iki aydın sapması yanında, düne ve bugüne çözüm önerileri sunan yarına dair umutlarımızı arttıran anlayışlardan da bahsetmemiz gerekiyor. Bu anlayışları besleyen ana unsur İslam. Huzurun, güvenin, refahın, adaletin, istikrarın kaynağı olan İslam. Çatışma ve rekabetten beslenmeyen; temeli dayanışma ve yardımlaşmaya dayanan bir toplum. Kabile düzeni ve ideolojisi üzerinden; soy, para, sınıf, cinsiyet ve renk temelleri ile değil, insanların ortaya koydukları iyilik, hayr ve doğruluk yani takva ile değer kazandıkları bir toplum.
Her türlü aşırılıklardan uzak, insan doğasıyla bütünleşen yani vasat ümmet vasfı kazanmış bir toplum.Sahte özgürlük ya da sahte eşitlik söylemiyle toplumları aşırılığa sevk etmeyen, özgürlük vâadiyle eşitliği, eşitlik vâadiyle özgürlüğü sınırlamayan bir toplum. Bu yüzden bilimi mutlaklaştıran ve olgulara tapan bir pozitivist toplum; özgürlük üst başlığı ile bütün cinsellik biçimlerini meşru gören liberal toplum;ya da insan varlığını, yeteneklerini, performans, eğitim vb. donanımlarını eşitlik adına yok sayan, insanı “eşit köleler” yapan komünist toplum değildir.
Sayılan toplumları; cahiliye toplumu, aşırı toplum, ifrat ve tefrit toplumları olarak tasnif edebiliriz! Oysa vasat ümmet eşitliği, özgürlüğü, dünyayı, ahireti beraber ele alır. İnsanı madde ve ruh, irfan ve bilim, dünya ve dünya ötesi ikilemlerine mâhkum etmeden bir dünya tasavvuru ortaya koyar. Zamanlar üstü ve toplumlar ötesidir. Bu yüzden Asrı-Saadet geçmiştedir, ancak geçmişle kayıtlı değildir.
Rabbimiz tarafından; “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” sorusuna muhatap olan insana, bu ilahi mesajı hatırlatan paygamberlerin sorumluluğunu yüklenmektir İslam. Allah’ın “elinin” her zaman toplumun üzerinde olduğunu unutmamaktır. Sekülerleşme ile yeniden cahili toplum yoluna sapan bugünün toplumsal dünyasında, İslam hakikatini tekrar hatırlamak ve hatırlatmaktır aslolan. Toplumu salt maddi olgularla açıklayan alternatif dünya görüşlerine bir başkaldırıdır. Bu yüzden İslamlaşma’nın yollarını aramalı; tecdit, ihya ve ıslah çabalarımızı sıklaştırmalıyız. Belki de bugün en çok ihtiyaç duyduğumuz gerçeklik bu olsa gerek. Allah’a emanet olunuz.