Abdurrahman Güner / HAKSÖZ HABER
Toplum kurgulamak ve Ziya Gökalp Türkçülüğü
20. yy egemen ideolojileri arasında milliyetçilik üzerinden konuşulması en güç akım olma özelliğine sahip. Milliyetçiliğin ideolojik sabitelerinin oldukça akışkan olmasından kaynaklı bu durum milliyetçi ideolojinin kurucularının hayatlarıyla parallelikler taşıyor. Akışkan sabiteler aynı zamanda milliyetçiliğin toplumsal tabanını da var kılan temel özelliklerden birisi. Esnek bir kurgusallıkla örülü olan milliyetçi tezler muarızlarının söylem ve argümanlarını kullanışlı pratikler haline getirebiliyor.
Ziya Gökalp’in hikayesi de bu duruma işaret eden ciddi veriler taşıyor. İlk tartışma herkesin malumu olan Türk milliyetçiliğinin babası Ziya Gökalp’in etnik kimliği üzerinden yaşanır. Gökalp'in ataları Diyarbakır’ın kuzeybatısında Çermik kasabasından gelmektedir. Türkçü yazarlar onun Türk kökenini kanıtlamak için Çermik’in Kürt kasabalarıyla sarılı bir Türk yerleşim yeri olduğunu ispatlamaya çalışmışlardır. Daha isabetli olmasından dolayı babasının Türk olduğu ihtimalinin üzerinde duran destekçilerinin karşısında ise Gökalp’in Kürt olduğunu kanıtlamaya çalışan karşıtları söz konusudur. Kendisi “Türklüğünü ilk defa 1896 yılında İstanbul’a ayak bastığında duyduğunu” söylemektedir. İçinden çıkılmaz bir hale dönüşen bu tartışma da Gökalp’in annesinin Pirinççizade isimli meşhur bir Kürt aileden geldiği yönündeki güçlü iddialarla biraz aşılmıştır. Buradan çıkan sonuç Gökalp’in de Türkiye’nin geri kalanı gibi çok farklı etnik kimliklere dayalı bir kökenden geldiği ihtimalidir. Kürtçe konuşmayı bilen (hatta Kürtçeye uygun bir alfabe oluşturmak istediği söylenmektedir) ancak Türkçe’ye de hakim ve bu dilde yazan bir düşünürdür.1
Etnik kökenden hareketle kendilerine argüman çıkmayacağını anlayan Türkçü yazarların bu tartışmayı zemininden kaydırarak devam ettirdikleri görülüyor. Asıl önemli olan zaten etnik köken değil aidiyet hissedilen şey’dir. Bu şeyin içi, ruhla, ulusla, dille, vatanla, devletle, toprakla doldurulmaya çalışılır. Zira milliyetçilik için en önemli konu toplum kurgulamaktır. Toplumu olmayan milliyetçilik düşünülemez. Burada toplumu oluşturan şey de konjonktür, siyasi eğilimlere göre değişkenlik gösterebilir. Dışardan bakan birisi için tutarsızlık gibi görünen bu hususlar milliyetçiler için her zaman tevili mümkün konulardır. Milliyetçiliğin beslendiği kaynaklar da bu sebeple değişkenlik arz edebilir. Önemli olan daha evvel vurguladığımız gibi toplumu/ulusu kurgulamaktır.
Eric Hobsbawm’ın ‘icat edilmiş gelenek’ olarak ifade ettiği bu kurgusallık, modern çağda üretilmelerine karşın bugünü 'uygun' bir geçmişe bağlayan, toplumsal grupları oluşturan bireyler arasındaki birlik ve dayanışmayı arttırma amacını güder. Milli bilinç ise bu icat edilmiş geleneklerin en somut ve en yaygın olan biçimdir.2 Kendisini inşa etme sürecinde destek alacağı şey ise daha evvel zikrettiğimiz “ortaklık bağlarından” oluşabilmektedir. Bizim odaklanmak istediğimiz noktayı ise Ziya Gökalp’ten hareketle din düşüncesi oluşturuyor.
Gökalp’in kendisi dinsel kuşkular yaşamış bir insandır. Ailesi ve yakın çevresi tarafından tepkiyle karşılanan bu konu onun tasavvufa yönelmesine sebep olmuş ancak bu çabalar da beyhude kalmıştır. Artan iç gerilimleri intihar fikrini güçlendirmiş ve intihar girişimini hayati organlarına zarar gelmeden atlatmıştır. Ameliyatını gerçekleştiren kişi ise hem arkadaşı hem de devrimci fikirlerinden çok etkilendiği Abdullah Cevdet’tir.3 Gökalp, bu intihar girişimini ilerleyen yıllarda “ülkü ekslikliğine” bağlayacaktır. Hulasası din ile olan ilişkisi oldukça çalkantılı olan Ziya Gökalp’in , dini bir enstrüman olarak gördüğü anlaşılmaktadır. Materyalist Abdullah Cevdet’le kurduğu ilişki burada bazı ipuçları da verir cinstendir.
Toplumların dört aşamadan oluştuğunu ileri süren Durkheimci tezi ödünç alan Gökalp gelişimi(!) şöyle sıralar: Aşiret, kavim, ümmet, millet. Uriel Heyd bu noktada Avrupa feodalizmi ile çok farklı yapıya sahip ortaçağ Müslüman toplulukları arasında Gökalp’in yaptığını gereksiz bir benzetme sonucu ulaştığı bir genelleme olarak yorumlar. Gökalp’in Milli Tetebbüler Mecmuası ve Yeni Mecmua’daki yazılarında toplumsal gelişmenin zirvesi olarak ulusu vurguladığı görülmektedir. Bu aşamada, birey teokratik ve feodal düzene olduğu kadar eski dinsel geleneklere de başkaldırmaktadır. Bu noktada Gökalp diğer dinleri olduğu gibi İslamiyet’i de değişebilir ve içinde geliştiği toplumsal ortama bağlı “tarihi bir olgu” olarak değerlendirmektedir. Heyd, Gökalp’in bu tespitlerini oldukça “ilerici” bulmaktadır. Atatürk’ün dine karşı takındığı radikal tavır olmasa belki Gökalp çok ilginç bir dinsel reformun başlatıcısı olabilecek şeyler söylemektedir.4 Aslında esaslı konulardan birisi Gökalp'in modernleşmeyi bir ön kabul olarak görmesinden kaynaklanmaktadır. Osmanlı'nın çöktüğü bir zaman diliminde var olan durumu verili olarak ele almış buradan hareketle düşünce üretmeye çalışmıştır. Dinle kurduğu ilişkide de bu husus çok belirleyici gözükmektedir.
Gökalp bu noktada İslam’ı büyük oranda kullanışlı aparat haline getirmeye çalışmaktadır. Burada yaptığımız genelleme cümlesi Gökalp’in düşüncesinin temel saiki olarak gördüğümüz şey ile alakalıdır. Daha evvel vurguladığımız gibi milliyetçiliğin amorf yapısı onun, kimi zaman mangalda kül bırakmayan hamasi söylemlerine şahit olmamızı da sağlamaktadır. Milliyetçiliğin din ile kurduğu paranoyakça ilişki aslında "ya benimsin ya kara toprağın" seviyesinde gidip gelmektedir. Bu noktanın altını çizmek Ziya Gökalp değerlendirmesini de sağlıklı yapmak için önemlidir. Parçacı okumalardan ziyade bütüncül bir yaklaşım milliyetçiliği tasvip etmesek dahi adil olmak adına önemlidir. Gökalp'in yaşadığı dönemin oldukça hareketli bir dönem olduğunu da düşündüğümüzde bu yaklaşım daha fazla önem kazanmaktadır. Bu sebeple daha kapsamlı okumalar yapılması Müslüman coğrafya da etkin olan bu siyasal, kültürel tavır alışı anlamak için de elzem gözükmektedir.
“Benim dinim ne ümittir ne korku / Allahıma sevdiğimden taparım”
“Ne uzağım ne yakınım / Yüz verilmez bir şaşkınım / Ayrılamam, alışkınım / Dost olalım tekrar Tanrım”
“Gök yüzünde arar iken ben o dilberi / Onu gökte değil, yerde: Turanda buldum”
Burada alıntıladığımız şiirler Ziya Gökalp’in yaklaşımını bir nebze göstermektedir. Uğrunda mücadele verilecek olan yüce ülkü Turan’da kimlikleşen şey’dir. Görüldüğü kadarıyla İslam inancı en fazla bir motif ve kültür olarak bu karede kendisine yer bulur. Kimliği kurgulanan ulusu bir araya getirmek için bir aparat olan din, Türk ulusunu güçlendirmek için kullanılmaktadır.5 Bu noktadan hareketle İslam’a Türk ulusal karakterinin verilmesini ima etmektedir. Bunun için İslam durulaştırılmalıdır. Ulusal Türk ruhu ile bağdaşmayan “yabancı” unsurlar uzaklaştırılmalıdır. Bunun için neler yapılması gerektiği noktasını muğlak bırakan Gökalp’in açıktan yaptığı tek öneri dini merasimlerin halkın kendi dilinde yapılması önerisidir. Bunun namaz gibi ibadetleri kapsayıp kapsamadığı ise belirsizdir.
Türkçülük düşüncesinin kurucusu olan Ziya Gökalp için Atatürk’ün "Hissimin babası Namık Kemal, fikrimin babası Ziya Gökalp" dediği bilinmektedir. Talebenin hocasından bir şeyler öğrendiği kesin olmakla birlikte milliyetçiliğin İslam dünyasında sebep olduklarına hala bir çare bulunabilmiş değil. Çok daha esaslı sorgulamalarla milliyetçiliğin eleştirisine girişmek gerekirken bu noktada pasif olmak bir yana zaaflı bir görüntü verildiğini de tespit etmek gerekiyor…
Yeni Mecmua'nın yazarları arasında Gökalp soldan sağa oturanların ikincisi. Yanında ise Yahya Kemal var. Ayaktakiler: M. Fuat Köprülü, Necmettin S. Sadak, Refik Halit Karay, Fazıl A. Aykaç, Falih Rıfkı Atay, Kazım Ş. Dersan ve Nihat Bey
[1] Uriel Heyd, Türk Ulusçuluğunun Temelleri, Kültür Bakanlığı Yayınları, 1979, s. 26 (İncelememizde de çok faydalandığımız bu eseri meseleye ilgi duyan herkese tavsiye ederiz.)
[2] Eric Hobsbawm, Geleneğin İcadı, Agora Kitaplığı, s.1-14
[3] U. Heyd, s. 31
[4] A.g.e. 97
[5] A.g.e. 120-121