Sadece Ortadoğu'da değil, Avrupa'da da imrenilecek bir seçim gerçekleştirdik. Siyasal yabancılaşmanın yaşandığı Avrupa'da bu ölçeklerde yüksek katılım ve temsil, imrenilecek bir tablodur. Belirtmek gerekir ki, bu tabloyu partilerden çok halka borçluyuz.
Bizim modernleşme politikalarımız partileri devletin siyaset içindeki uzantıları olarak tanımlar. Partilerin yaslandığı kurucu felsefeler -sağ-sol, milliyetçilik, muhafazakârlık- faaliyet alanlarını ve tarzını belirleyen mevzuat yukarıdan aşağıya doğrudur, çatışmacıdır ve benmerkezcidir. Mevcut siyasî zihniyet ve mevzuatla hakikatte demokrasi olmaz. Zaten bürokratik merkez de, halk yönetimini, halkın karar mekanizmaları ve süreçleri üzerinde etkili olmasını istemez.
12 Haziran seçimlerinin en büyük motivasyonu yeni ve sivil bir anayasa idi. Sandıkların açılmasından itibaren kişisel olarak Türkiye toplumunun genel arzusu ve beklentisi haline gelen yeni bir anayasanın yapılabileceği yönünde herhangi bir ümit taşımadığımı belirttim. Taşıyanları da bardağın dolu tarafını gören iyimserler olarak saygıyla karşıladım.
Görünen köy ortada: Türkiye'de vesayet rejimi devam ediyor, sistemin ana kontrol noktaları ve etkili mekanizmaları henüz halkın inisiyatifine geçmiş değil. Değiştirici misyonla ortaya çıkan siyasî partiler -hepsi- böylesine köklü bir değişim projesine pek istekli değiller. Sistemin merkezi öylesine kışkırtıcı, cezp edici imkân ve avantajlarla donatılmış ki, iktidara gelebilenler zaten bu imkân ve avantajları ellerinden çıkarmak istemiyorlar. Muhalefette olanlar ise iki pozisyona sahip bulunuyorlar: Anamuhalefet konumunda siyaset yapanlar -örneğin CHP- merkezî iktidarın kendisine ayrılmış locasında zaten muktedir. Bu yüzden Baykal ve öncekiler hiçbir zaman CHP'yi yüzde 30'un üstüne çıkarmayı düşünmediler. Yüzde 15-25 arası bir kitleyi laiklik, irtica, bölücülük, Alevilik, azınlıklar, rejim kaygıları, cumhuriyetin temel nitelikleri, yaşama tarzı vb. korkularla yerinde tahkim ederek kendilerine bağlamayı ve bu suretle anamuhalefette kalıp kendilerine ayrılmış locada kalmayı ana hedef seçmişlerdi. Her şeye rağmen Kılıçdaroğlu ve aşağıdan onu itekleyen seçmen bu sefer iktidar istedi, ama zaten bu örgüt yapısı, bu parti felsefesi ve siyaset tarzıyla ancak bu kadar olabilirdi.
MHP sonuçtan gayet memnun. BDP de YSK kararıyla babadan kalma usullerle çatışmayı besleyecek imkân ve araçlara sahip bulunuyor. AK Parti'ye gelince. 8,5 senedir -hadi anayasayı değiştiremedi- bir türlü siyasî mekanizmaların içine sinmiş bulunan mevzuatı değiştirmeyi gündemine bile almadı. Bu seçim yasası, partiler yasası, ifade özgürlüğü üzerindeki kısıtlamalar, 12 Eylül askerî rejiminin mevzuatıyla her zaman 367 skandalı, Hatip Dicle vak'asıyla karşılaşmanız mukadder. Zaten sistemin ana mantığı bunun üzerine kurulmuş. Başka ne olabilirdi ki!
Bu bir tiyatro! Herkes rolünü oynuyor. AK Parti "Yargı kararıdır" repliğini tekrarlıyor. CHP, Ergenekon'dan yargılanan iki milletvekili için "Bu hukuksuzluktur" diyor, MHP Balyoz'dan yargılanan vekili için aynı şeyleri söylüyor. BDP de Hatip Dicle ve diğer KCK sanıkları için "Ben Meclis'i boykot ediyorum, yer yerinden oynayabilir" diye tehdit ediyor. Birinin diğerinden farkı yok, ama biri AK Parti, diğeri CHP, öbürü MHP, ötekisi BDP...
YSK, geçmişte Yargıtay ve Anayasa Mahkemesi'nin yaptığı gibi siyasete tam ortasından müdahale etti, 50 milyon seçmenin sevincini boğazına tıkadı. 70 yıllık Sovyet sistemi -demirperde deniyordu- kimsenin burnu kanamadan, medeni bir şekilde değişti. Bizimkisi 100 yıllık İttihatçı sistem, esnemiyor! Rusya'da reformlara askerler, KGB ve siyasetçiler destek verdi; yargı ve bürokrasi direndi. Bizde ise halktan başka galiba kimse samimiyetle değişime destek vermiyor.
Şu var ki, sistem çürümüş, köhnemiş. YSK'sından ÖSYM'sine kadar. Günün birinde halk sahnenin gerisini de görebilirse, Türkiye ayağa kalkacak ve Ortadoğu halklarıyla "Ya Allah!" diyecektir. Anlaşılan daha çekeceğimiz var!
ZAMAN