Duyularını etrafına karşı şifrelemiş gibiydi. Sadece o açabilirdi yani. Geçiş noktalarını dahi farkedemezdiniz. Vakurlu, dik duruşu her zamanki temkinli halini hatırlattığı için olsa gerek, keyifle bakındı. Herkes gibi o da beklemek için yer bakındı.
Yolcular heyecanlı ve aceleci bir ruh halini yansıtıyordu zaten. Yanımdakinin, gizli bakışlarını hissetmedim değil. Ama gerip, kaçırtmadım işte. Kalbe vuruş temasını gösterdi sanki, bir çift sözle. Kapris ve gurur içinde söyleyiverdi birden:
-Kurşun değeydi...
Dolu, beddualı, üzgün bir dille ve serzenişle sıralayınca olanları, dona kaldım olduğum yerde. Ne de kahredici bir gündü bugün... Hızlı adımlarla ilerledi sonra. Telefonun mikrofonuyla konuştuğunu farkettiğimde rahatladım. Elindeki, yarısını içtiği su şişesini, elinde taşıdığını yeni farketti. Şişenin su dolu kalan yarısı, onun hızıyla bir ileri bir geri çalkalanıyordu. Gördüğü ilk çöp birikintisine atmak istedi istemesine ama vazgeçti peşinden. Herkes onun gibi düşünse orada çöp yığınları birikmeyecekti. Hep düşünülmeden hareket edilenin sonucuydu bu durum. Elindekini makul bir yer buluncaya kadar fırlatıp atmadı.
Bekleme salonundaki herkesin sabrı sınanıyordu. Saniyeler dakikaya, dakikalar ise saatlere dönüşüyordu işte. Herkesin önünde küçük valizler, sıkıştırılmış ve küçültülmeye çalışılmış eşya dolusu çantalar. Kıpırdansa dışarı fışkıracakmış gibi, fermuarları parçalayacak tarzda, nefessiz kalmışcasına duran zavallı çantalar dedim kendi kendime. Acıdım bir an hallerine.
Kadın durmadan konuşuyordu telefonla. Çocuğunun rahatsız bir şekilde ağlayışına aldırmadan yapıyordu hem de. Yan koltukta oturan yaşlı kadın beklenen bir şekilde, ahizenin diğer ucundaki sesi duyamayınca diğer yana doğru ilerledi ve telefonu bütün gücüyle kulağına dayadı. Bastırdığı her halinden belliydi. Sanki yapıştırmış gibi. Bu kalabalıktan kurtulmak için yapmıştı bunu yaşlı kadın besbelli.
Herkes mahmur, bitkin ama hassas bir yüz ifadesi ile gergin bir şekilde duruyordu. Sadece kucağında bebeğini taşıyan annenin çocukla serencamı görmeyi bekliyordu. Kimse oralı olmasa da, anne anlamsızca çıkardığı seslerle bebeği eğlendirmeye, oyalamaya çabalıyordu belli. Halinden memnun görünen sadece bebekti bu salonda galiba.
Ayakkabının çıkardığı ahenkli sesle irkildik bir çoğumuz sonra. Karşıdan alımlı, kıyafetinde uyumu gözettiği belli bir kadın, etrafa aldırış etmeden salına salına yürüyordu. Yaklaşınca daha bir belirginleşen yüzünden, ağzında bir o yana bir bu yana, sağa sola atıp şapırdattığı sakızı farkettim. Etrafındaki şaşkın ve rahatsız edici bakışlara aldırmadan ilerledi ve yanımdaki boş koltuğa adeta göz dikerek geldi oturdu. Kulak tırmalayıcı bütün sesleri de beraberinde getirdi tabii.
Arkamda oturanların fısıldaşmalarından birini çekiştirdiklerini anlamak güç değildi. Daha çok tehditkarca konuşuyor, karşıdaki de 'evet' der gibi kafa sallamakla onayladığını, sakince ifade etmiş oluyordu. Pür dikkat kesilmeler, o tiz sesin yönüne yönelse de herkes kısa sürede anonsların sık tekrarına kaptırıyordu kendini. Dünyalarımıza bizi geri getiren seslerdi belki de bu anonslar.
Anonslardan biri de bizler içindi işte. Hızlı adımlarla, sıralarımıza riayet etmeden, koşuşturmacalı bir şekilde doluştuk son kontrol noktasına. Koşar adımlarla yerlerimize oturmanın telaşına kaptırdık kendimizi.
Paralelimdeki koltukta oturan delikanlının asker ocağına teslim olmak için yolculuk yaptığını öğrendiğimde, beraberindeki kişinin babası olduğunu da öğreniyorum. Amca çok heyecanlı, memleketimi soruyor hemen. 'Oralarda çok tehlike var mı?' diyor peşinden. Rahatlatmaya çalışıyorum bir yandan yerleşmeye çalışırken.
Yanımdaki koltuğa oturan teyzeyi farketmek için çaba sarfetmiyorum, o kendini farkettiriyor zaten. Yarım yamalak bir Türkçe ile meramını anlatma çabasına, kendi diliyle cevap verince çok seviniyor. Rahat bir nefes alışla beraber, içinde biriktirdiği ve ifade edemediği her şeyi sıralıyor oracıkta. Kuruluyoruz koltuğumuza. Her halinden ilk defa bindiği belli teyzenin. Ellerini oğuşturuyor, etrafını çok dikkatli bakışlarla süzüyor ve çok utanıyor. Heyecanı yatışsın diye konuşuyorum ben de. Hosteslerin yaptığı konuşmaları durmadan soruyor. Hemen uygulamaya geçmek gerekirmiş gibi, el atıyor etrafına. Durduruyorum kendisini. Bir bir anlatıyorum bildiği ve anladığı dilden. Görsel olarak bakmasının yetebileceğini söyleyince utanıyorum aslında. 'Sağır ve dilsiz ol' der gibi.
Tanıtım filmleri devreye giriyor sonra. Sevimli çocuklara çektirilen film, çok etkileyici ve uçuş öncesi bütün gerginlikleri alıcı tarzda. Teyzenin gerginliği ise hiç eksilmiyor. Sonra aynı söylemlerin başka dillerde söyleyişine şahit oluyorum. Kalkıp etrafıma özellikle bakınıyorum, yolcular arasında bekleme salonunda da hatırladığım kadarıyla bir başka ülke uyruklu yolcu olmamasını ve o dillerin 'belki' söylemiyle eklenmesine anlam verebiliyorum.
Hüzün beni de kaplıyor. Yolcuların büyük bir kısmı 'o iyice bilmedikleri dille' buluşuyorlar seyahat esnasında.
Yolculuk boyunca teyzeyle muhabbetim devam ediyor. Rahatlıyor sonra. On çocuklu. Istanbul'da tam yedi çocuğu oturuyor. Torunları atölyelerde çalışıyor. 'Sigortalılar mı?' sorumu hiç anlamamış olduğunu görünce geri alıyorum.
Yakıcı güneşi hissettiğim gökyüzü uçuşunda, aklım hala teyzenin o bilin(me)dik dünyasında. Kimbilir kaç yolcu o yarım yamalak Türkçeleriyle dinlediler bu sözleri. 'Ne olurdu bir üçüncü dilde eklense o tanıtım konuşmalarına. Ne olurdu, ne?' dedim, kendim dahi duyamayacak kısık bir ses tonuyla.
Sorumu yüksek sesle sorsam cevabımı alamayacağımı biliyordum çünkü. Cevapsız sorularla kavurucu sıcağa kucak açıyoruz. Nergis satan çocukların ülkesine.
Yeni günlerin güzellikler/yenilikler getirmesini dilemek işe yarar mı bilmiyorum! Ama 'ya tutarsa' diyerek ekleyelim biz de.
'Ya tutarsa?'