“Teyit Yanlılığı” Kavramı ve Türkiye Siyasetindeki Tezahürleri

Yıldıray Oğur, “teyit yanlılığı” (Confirmation Bias) kavramını mercek altına aldığı yazısında, Türkiye’de buna tekabül eden düşünce ve pratikleri değerlendiriyor.

Yıldıray Oğur’un Karar’da yayımlanan konuyla alakalı yazısını (02 Şubat 2019) ilginize sunuyoruz:

Bir “Teyit Yanlılığı” Deneyi…

İngilizce’de bu düşünme biçimine “Confirmation Bias” deniyor. Kötü bir çeviriyle “teyit yanlılığı” denebilir. Özetle insan zihninin kendi fikirlerini, ideolojilerini, kabullerini, inançlarını destekleyen, teyit eden bilgilerle beslenmesi, onlara yönelmesi, onları seçmesi, kayırması, dikkate alması demek.

Tam olarak Türkçe’de bir karşılığı olmamasının sebebi herhalde Türkiye’deki düşünce dünyasının confirmation bias denizi, bizim de onun içinde yüzen balıklar olmamız olabilir. Aksini bile düşünemeyecek kadar bu batağın içine saplanmış durumdayız.

Ama kapalı cemaatler içinde yaşayan ve düşünen bir toplumun bunun ürettiği fikri ve ahlaki yanlışlardan rahatsız olmaması da herhalde çok tuhaf değil.

Türkiye’deki karşı görüş almak gibi en temel gazetecilik ilkesinin bile yerleşmemiş olması, hatta bunun zul kabul edilmesi de boşuna değil.

Halbuki dünyada bilişsel bilimler, politik davranış, sosyal psikoloji literatüründe “teyit yanlılığı”nı ölçen, bunu deşifre eden çok sayıda deney yapıldı ve yapılıyor.

2004 seçimlerinden önce ABD’de yapılan bir deneyde Cumhuriyetçi ve Demokrat deneklere iki başkan adayı Bush ve Kerry’nin açıklamalarındaki çelişkilerle ilgili tarafsız olduğunu herkesin kabul ettiği bir kişinin değerlendirmeleri okutulmuş önce.

Sonra bu fikirlerin aslında çelişkili olmadığını söyleyen daha az itibarlı başka görüşler okutulmuş.  Sonra katılımcılara Bush ve Kerry’nin açıklamalarını tutarlı bulup bulmadıkları sorulmuş Sonuç tahmin ettiğiniz gibi;  Bush taraftarları Kerry’nin, Kerry taraftarları Bush’un açıklamalarını tutarsız bulmuşlar.

Ama esas ilginç tarafı, deneklerin beyin aktivitelerini  bağlı olduklarını MR’da izleyen uzmanların gördükleri. Tuttukları adayın çelişkili ifadelerini değerlendiren deneklerin o sırada beyinlerinin duygu merkezlerinin hareketlendiğini, karşı oldukları adayı değerlendirirken ise bu bölgede herhangi bir hareket görülmediğini tespit etmişler.

Yani aslında mesele Türkiye’de bütün sorunların gelip bağlandığı gibi cehalet, bilgi eksikliği, mantıksızlık da değil, zihnimiz sürekli kendi hazır doğrularını teyit etmeye meyilli, duygularımız mantığımızın önüne bu yüzden geçiyor.

Böyle bir zihni tembellikle malul ve bunu da bir kusur olarak görmeyen ya da bunun bir kusur olduğunun genel kabul görmediği bir toplumda, kaçınılmaz olarak politika da kutuplaşma bataklığına düşüyor.

Olaylar bir de bu hassasiyetlerin arttığı bir seçim arifesinde geçiyorsa herhangi bir konuda konuşmak iyice zorlaşıyor.

Hele de konuşulacak konu kötü hatıraların olduğu yakın geçmiş hakkında ise.

CHP’nin İzmir Belediye Başkan adayı Tunç Soyer’in babası askeri savcı Nurettin Soyer üzerine başlayan tartışma tam da şu ana kadar anlatılan “teyit yanlılığı”nın bir deneyi gibi.

Nurettin Soyer bir askeri hakim. Rütbe olarak hakim diye geçse de aslında bir savcı. 1986’da emekli olmuş, 1998’de hayatını kaybetmiş.

Görev yaptığı dönem gereği bütün darbelerde bulunmuş. 27 Mayıs sırasında Kütahya’da Muhsin Batur’un emrinde görevli yeni bir savcıymış. 12 Mart muhtırasının ardından İzmir’de sıkıyönetim mahkemelerinde binbaşı rütbesinde askeri savcılık yapmış. Ve 12 Eylül öncesi sıkıyönetim sırasında ve darbe sonrasında Ankara’da sıkıyönetim mahkemelerinde albay rütbesinde askeri savcı olarak görev yapmış.

Adının üzerinden kırk yıl sonra yeniden tartışmalar başlamasının sebebi, oğlunun İzmir belediye başkan adaylığı. Yerel seçimlerde kozlarını onun hikayesi üzerinden paylaşanlar bu tarihi kesitten iki farklı Soyer portresi çıkarıyor.

Bir kesime göre karşımızda 1971’de o zaman İzmir’de genç bir vaiz olan Fethullah Gülen hakkında ilk davayı açmış,  tehlikeyi ilk görmüş savcı var. 12 Eylül’de de darbe şartlarına göre hukuku gözetmiş, Ecevit’i tutuklanmaktan kurtarmış sosyal demokrat, Atatürkçü bir hukukçu.

1986’da tasfiye edilmiş, ardından Cumhuriyet gazetesinde Uğur Mumcu’ya verdiği röportajda 12 Eylül adaletinin nasıl sağcılara kıyak geçip, solculara zulmettiğini anlatmış, bazı işkencede ölüm vakalarını teşhir etmiş, darbenin hemen ardından içeriden gelen bu ilk eleştiriler de zamanında çok konuşulmuş, ardından Uğur Mumcu tarafından da bu röportaj kitap olarak basılmış.

MHPliler ve İzmir seçimlerine ittifakla girdikleri AK Partililere göre ise Nurettin Soyer, 12 Eylül’de MHP davasında ülkücülere zulmetmiş, işkenceci bir savcı ve darbe suçlusu. Babasının suçunu kınamayan oğlu da bu yüzden bu suçlardan sorumlu. Böyle birine milliyetçiler asla oy vermemeli.

Halbuki her iki portrede de gerçeğin bir kısmını veriyor, diğerine bakmak istemiyor.

Evet Nurettin Soyer, 1971 muhtırasının ardından sıkıyönetim savcısı olarak İzmir’de bir Nurculuk operasyonu yapıyor. O sırada komünist ve irticai görülen bütün gruplara yönelik operasyonlar var. Ama o operasyonun merkezindeki isim bugün söylendiği gibi Fethullah Gülen değil.  Bediüzzaman Said Nursi’nin avukatı Bekir Berk. Bekir Berk ve 53 arkadaşı diye bahsedilen davadaki tutuklu 22 sanıktan biri o günlerde İzmir’de vaizlik yapan Fetullah Gülen. Soruşturmanın konusu Fetullah Gülen’in İzmir’deki veya ordudaki faaliyetleri değil, Nurcuların Türkiye şeriat devleti kurmaya çalıştıkları iddiası. İddianın dayandığı delillerden biri bir erin “Bana 1971 yılında Türkiye’ye şeriat devleti kurulacağını söylediler” şeklindeki ifadesi.

O günkü gazetelere göre mahkemedeki sorguda savcı Soyer, tutuklu sanık Bekir Berk’e “Atatürk devrimlerini, Atatürk’ü savunuyor musunuz, benimsiyor musunuz” diye sormuş, Berk soruya cevap vermeyince de öfkeyle “Bu ülkede Atatürkçüyüm diyemeyenlerin yeri yoktur” diye cevap vermişti.

Bu diyalog ve iddialar soruşturmanın ve savcının hukuk anlayışı hakkında bir fikir veriyor.

Bazı yazılara göre askeri savcı Soyer bu soruşturma sırasında askeri hakim Albay Kaya Alpkartal’la karşı kaşıya gelmiş. Reddi hakim talebinde bulunmuş, hatta bir iddiaya göre ikisi yumruk yumruğa kavga etmişlerdi. Başka bir iddiaya göre ise askeri hakim, savcı Soyer’i soruşturmanın içini “Nurcular aleyhine ne varsa doldurmakla” suçlamıştı.  

Ama aralarındaki esas meselenin ideolojik olduğu anlaşılıyor. Emekli olduktan sonra MHP davasında Türkeş’in avukatları arasında olacak hakim Alpkartal, anti-komünist sağcı eğilimli bir isimken, Soyer laik, sol eğilimli bir asker. Hatta Fetullah Gülen hatıralarında ondan “kızıl” olarak bahsediyor. Fetullah Gülen bu davadan 7 ay tutuklu yargılandıktan sonra tahliye edilmişti.

Savcı Soyer’in daha sonraki kariyeri de ilginç. 12 Eylül’den önce öldürülen MHP’li bakan Gün Sazak cinayetini soruşturuyor, onun solcu katillerine ulaşıyor.  Darbenin ardından bir askeri sıkıyönetimin Ankara2daki albay rütbesindeki kıdemli bir savcısı olarak sadece MHP değil, MSP, DİSK, TÖS, TKP, TİKP, Devyol davalarına da bakıyor. Milli Güvenlik Konseyi toplantılarına katılıp, davalarla ilgili Kenan Evren ve konsey üyelerine bilgi veriyor. Kendi anlatımına göre, sadece MHP genel merkezinde arama yapılması talimatını yanlış bulup, CHP dahil bütün partilerde arama yapılması gerektiğine askerleri ikna eden, MHP davası için sivil savcılar talep eden, davayı cinayetler ve silahlı faaliyetlere doğru genişletmek isteyen de o olmuş.

Fakat yine kendi anlatımına göre bunları yaparken yine ideolojik tercihleri belirleyici olmuş.

Başka isimlerinden anılardan anlaşılan sorgulanmak üzere karşısına gelen Ecevit’e yardım ettiği,  Cumhuriyet gazetesini kapattırmamak için uğraştığı. Bu yüzden ülkücüler tarafından da Marksist savcı olarak anılıyor.

Bu sırada sık sık Ankara’da Sıkıyönetim Komutanı Orgeneral Recep Ergün’le de karşı karşıya gelmiş. 1986’da her ikisi de emekli olup, gazetelere konuşunca birbirlerini suçlamışlar. İkisi arasındaki tartışmaların ideolojik olduğu anlaşılıyor. Çünkü orgeneral Ergün emekli olduktan sonra ANAP’tan milletvekilliği yapmış sağ eğilimli bir isim.

Uğur Mumcu’ya konuşan Soyer, Ergün’ü sağcılara müsamahakar davranıp, solculara karşı hukuksuz davranmakla, ülkücülerin silahlı eylemlerine yönelik soruşturmaların derinleştirilmesine izin vermemekle suçlamış.

Bu arada MSP davasında mahkemenin beraat kararına kızmış, meşhur Konya’daki Kudüs Yürüyüşü’nün Yargıtay’da aklanmasına bozulmuş.

MHP davasında yargılanan bazı sanıkların anılarına göre Soyer bizzat kendisi olmasa da, konuşturamadığı sanıkları dönemin işkenceci polis şeflerine havale etmiş.  Diğer anılar ve haberlerde ise esas şikayet edilen solcu askeri savcının MHP’ye karşı katı tutumu. Sonuç itibarıyla 12 Eylül’den sonra küçük sol partiler dışında topyekün en büyük dava MHP hakkında açıldı. MHP liderini ve yöneticileri için idam istenmiş, Türkeş bu davadan 4.5 yıl tutuklu yatmıştı. Bu ısrarın arkasında isim savcı Soyer’di.

Zaten Türkeş,1982’de Soyer’e bir tazminat davası açtı. Ama davanın sebebi işkence değil, Soyer’in iddianamesinde MHP ve Türkeş’in kitaplarını tahrif ederek kullanmasıydı. 

Yani bugün Türkiye’de hukuk adına şikayet edilen her şeyin yaşandığı zamanlardı.

İdeolojik refleksleri güçlü, darbe döneminde görev yapmış bir askeri savcı profili bu. Fakat, dönemin 12 Eylül rejimiyle de fikirleri çok paralel değil. Bazı işkenceden ölüm davalarında itirazları var. Bu yüzden 1984’de Afyon’a sürülmüş. 1986’da da kadrosuzluk gerekçesiyle tasfiye edilmiş.

Hikayenin tamamı böyle.

Aslında Nurettin Soyer adı, ülkücüler arasında bilinip, hayırla yad edilmeyen bir ad iken, uzun yıllar sonra tekrar ilk kez seçimler öncesi değil, 15 Temmuz darbesinden sonra medyanın gündemine geldi.

İhlas Haber Ajansı’nın savcı Soyer’in Seferihisar Belediye Başkanı olan oğlu Tunç Soyer ile yaptığı röportaj sayesinde.

Darbe girişimini hemen ardından 26 Temmuz 2016 günü yayınlanan röportajın başlığı ise şöyleydi: “Fetullah Gülen çok tehlikeli dedi, 45 yıl sonra haklı çıktı.” 

Neredeyse bütün medyada benzer başlıklarla alıntılanan o günkü haberlerde karşımızda Fetullah Gülen’e ilk dokunan savcı olarak övülen bir Nurettin Soyervardı. Oğlu Tunç Soyer de darbe gecesini kastederek “o gece babamla gurur duydum” demişti.

Daha sonra İzmir belediye başkanlığı için adı geçmeye başlayınca Tunç Soyer’in bu sözü sık sık hatırlandı.

Tartışmalar üzerine son olarak Tunç Soyer, Ayşe Arman’a verdiği röportajda şöyle demiş:

“12 Eylül, Türkiye’nin en karanlık dönemlerinden biri. Kardeşin kardeşi öldürdüğü, kardeşin kardeşe kırdırıldığı bir dönem. O dönemi, bugünkü siyasetin bir enstrümanı olarak kullanmaya kalkmak bence çok büyük bir haksızlık. Ve çok yazık. Tekrar o yarayı kaşımak, ülkücüler-solcular meselesini gündeme getirmek çok çok fena. Bunu hangi siyasi gerekçeyle yapıyorlarsa yapsınlar, bence büyük haksızlık ediyorlar. Bir kere bu nedenle doğru bulmuyorum. İkincisi, babamın yaptıkları beni bağlamaz. O bir asker. Bir memur. Hem önüne sadece MHP davası gelmemiş ki. Dev-Genç, DHKP, tüm bu davalara da iddianame yazmış. Bir askeri savcı olarak hem hukuk hem de demokrat kimliğini korumaya gayret etmiş. O dönem yapılan işkencelerle ilgili dava açmış. Yani özetle, ne o dönem bugün tekrar kaşınmalı ne de baba-oğul meselesine girilmeli. Eğer girecek olursak, pek çok insan için neler neler söylenebilir. Ama bunların hepsi haksızlık olur...”

Geçmiş defterler böyle açılırsa, birilerinin aklına bizatihi MHP’nin kurucusunun pek çok günahın, işkencenin, cinayetin işlendiği 27 Mayıs’ın sözcüsü kudretli bir Albay’ı olduğu gelebilir.

Ya da Mamak Cezaevi’ndeki işkencelerden sorumlu tutulan “Dal” adlı emniyet biriminden ve yıllar sonra 12 Eylül işkence davasında sanık olarak yargılanan dönemin Ankara Emniyet Müdürü Ünal Erkan’ın, Bahçeli’nin yakasına parti rozetini taktığı eski bir MHP milletvekili olduğu da...

Bu konuda ne diyeceği merakla beklenen İyi Parti lideri Meral Akşener tartışmalara Türkeş’e atfen söylediği “Evladın işlediği suçtan baba, babanın işlediği suçtan oğlu sorumlu tutulamaz” sözüyle kendisi için noktayı koydu.

Akşener’in Türkeş’e atfettiği bu söz de aslında Türkeş’e değil. Hz. Muhammed’e aitti.

Peygamberimizin Veda Hutbesi’nde Müslümanlara vasiyet ettiği sayılı prensiplerden biriydi bu. Ama tartışmalar ve itirazlar gösteriyor ki bu cahiliye adedi, Veda Hutbesi’ne rağmen,1400 yıl sonra hala terk edilebilmiş değil. Peygamber’in vasiyeti, bir yerel seçimde kaç kişiye tesir edeceği meçhul bir polemik malzemesi uğruna kolayca da çiğnenebiliyor.

Çünkü geçmiş hala bugünün bir parçası. Kan davaları hala sürüyor ve siyaseten iş görüyor. Normlar, pragmatik ihtiyaçlar karşısında kolayca yenik düşüyor.

2019 yılındayız ve ülkenin en büyük üçüncü şehrine kimin başkan olacağıyla ilgili yerel seçim tartışması, adaylardan birinin babasının 40 yıl önceki sicili üzerinden yapılıyor.

Bu “teyit yanlılığı” deneyinde, MR cihazında görünen manzaramız böyle...

Yorum Analiz Haberleri

"Suriye'den bize ne?" yaklaşımını besleyen körlük
Suriye devrimine çarpık ve indirgemeci yaklaşımlar
Yılbaşında normalleşen haram: Piyango
Yapay zeka statükocu mu?: ChatGPT'de cevaplar neye göre değişiyor?
Devrim ile derinleşen kardeşlik: Suriye & Türkiye