‘Tevil’ ve ‘Tefsir’in Tarihi Serencamı

Mustafa Öztürk, "tevil" ve "tefsir" kavramlarını incelediği yazısında söz konusu kavramların tarihi serencamını da özetliyor.

Mustafa Öztürk’ün bugünkü Karar’da (26 Ağustos 2017) yayınlanan söz konusu yazısını ilginize sunuyoruz:

Te’vil Varsa Tefsir Yoktur!

Te’vil, İslâmî ilimlerde, özellikle de kelam ve fıkıh usulünde anahtar kavram denebilecek bir hüviyete sahiptir. Arapçada “bir şeyin hem evveli hem akıbeti” anlamındaki evl kökünden türemiş bir kelime olarak te’vil başta Yûsuf suresi olmak üzere Kur’an’ın birçok suresinde/ayetinde de geçer ve ilgili ayetlerde, “önceden vuku bulacağı bildirilen bir hadisenin bilahare meydana gelmesi, rüyada görülen sembollerin dış dünyada nelere karşılık geldiğinin izah edilmesi (rüya tabiri), bir şeyin akıbeti, iç yüzü ve gerçek mahiyeti” gibi anlamlar içerir. Istılahta ise te’vil, “Kur’an’daki bir kelime veya lafzı müdellel olarak ilk ve açık manası dışında ikincil bir muhtemel manaya hamletmek” diye tarif edilir. Fakat bu ıstılâhî anlam “te’vil”in Kur’an’daki anlam ve kullanımına pek muvafık değildir. Hâl böyleyken te’vil İslâmî ilimler geleneğinde “Kur’an yorumu” anlamında terimleşmiştir.

***

Klasik İslâmî kaynaklarda tefsir ile te’vil arasında kategorik bir ayrıma gidilmiş, tefsirin “ilâhî maksat ve muradın ne olduğu hususunda kesin konuşmak”, te’vilin ise “ayetlerdeki muhtemel manalar arasında bir tercihte bulunmak” anlamına geldiği belirtilmiştir. Buna göre tefsir vebal riski yüksek bir faaliyettir. Çünkü tefsir “Allah’ın bu ayetteki muradı şudur” demekle eşdeğerdir. Bu yüzden İmam el-Mâtüridî, “tefsir”i Kur’an vahyinin nüzulüne şahitlik eden sahabeye özgü bir faaliyet olarak nitelendirmiş, te’vilin ise tefsire kıyasla çok daha risksiz olduğuna dikkat çekmiştir. Çünkü te’vil isabetlilik ve isabetsizlik ihtimallerine açık olup kesinlik iddiası içermemektedir. Bu yüzden Mâtüridî, “Tefsir sahabenin, te’vil fukahanın (ulemanın) işidir” demiştir.

Mâtüridî’nin söyledikleri önemlidir; fakat bilhassa Âl-i İmrân 3/7. ayet dikkate alındığında, Allah’ın muradı hakkında kesin konuşma iddiasının “tefsir”le değil, “te’vil”le ilgili olduğunu söylemek, dolayısıyla Mâtüridî’nin naklettiği ayrımı tersine çevirmek gerekir. Ancak her nedense İslam uleması “te’vil”i bir tür re’y ve ictihad olarak öznellik ve hata payı en başından müsellem bir faaliyet olarak tanımlamayı yeğlemiştir. Sonuçta tefsir ile te’vil arasındaki mezkûr ayrım dikkate alındığında hem Kur’an çalışmalarının hem de bu alanda yazılan kitapların çoğunlukla te’vil diye nitelendirilmesi gerektiği düşünülebilir. Fakat gelenekte -Hanefî/Mâtüridî literatür kısmen hariç- te’vilden ziyade tefsir nitelemesinin ön plana çıkması dikkat çekicidir. Ehl-i Sünnet zaviyesinden bakıldığında, bunun muhtemel sebeplerinden biri, aşırı Şiî İsmâiliyye (Bâtıniyye) fırkası ile “bâtınî te’vil” kavramı arasında özdeşlik bulunması ve bu fırkanın bâtınî te’villerinde Kur’an’daki açık anlamların buharlaşmasıdır. İkinci bir muhtemel sebep, özellikle Ehl-i Sünnet’in nüvesini oluşturan Ehl-i hadis ekolüne göre te’vil “Zanâdıka”nın (Zındıklar), yani Cehmiyye ve Mu’tezile gibi fırkaların alamet-i farikasıdır. Te’vil aynı zamanda dinî alanda akıl ve re’ye alan açılmasıdır ki Ehl-i hadise göre dinde re’y ve te’vile mahal yoktur.

Gelenekte te’vilden ziyade tefsir kavramının ön plana çıkmasıyla ilgili bir diğer muhtemel sebep, Kur’an’a referansla konuşan hemen herkesin “vallahu a’lem” kaydına rağmen kendi görüş ve kanaatini zımnen murad-ı ilâhî ile eşdeğer tutma veya en azından bu yönde bir algı oluşturma arzusu olsa gerektir. Nitekim gelenekte hiçbir mezhep veya âlimin, “Ayranım ekşi” demediği iyi bilinmektedir. Bütün bunlar bir kenara, te’vil geçmişte ve günümüzde sayısız istismara konu olmasına rağmen yine de dinî alanda rahat nefes almamızı sağlayacak büyük bir imkândır. Özellikle tekfir sorunu dikkate alındığında, te’vilin kıymeti çok daha iyi anlaşılır. Bu vesileyle meşhur Hanbelî fakihi ve usûl âlimi Muvaffakuddîn İbn Kudâme’nin, “Te’vil varsa tekfir yoktur!” diye özetlenebilecek ifadelerini kısaca aktarmakta fayda vardır.

***

İbn Kudâme, şer’an haram kılındığı hususunda hiçbir şüphe bulunmayan zina, domuz eti yemek gibi fiillerin helal olduğu görüşüne sahip bir kişinin küfre girdiğini, fakat böyle bir görüş ve kanaatin te’vile dayanması halinde durumun değiştiğini söyler ve bunu Hâricîlerin tavrıyla örnekler. Hâricîler müslümanların canlarını ve mallarını helal saydıkları, hatta müslüman kanı dökmeyi Allah’a yakınlaşma vesilesi gibi algıladıkları halde fukahanın çoğunluğu bu fırkayı tekfir etmemiş, Hz. Ali’yi öldüren İbn Mülcem’i de kâfir olarak nitelendirmemiştir. Fukahanın bu ihtiyatlı yaklaşımı Hâricîlerin yapıp ettikleri yanlış işleri te’vil yoluyla Kur’an’a dayandırmış olmalarına müstenittir. Kudâme b. Maz’ûn ve Ebû Cendel el-Âs adlı sahâbîlerin iman ve salih amelde sebatkâr ve duyarlı davranan müminlerin vaktiyle tattıkları şeylerden dolayı sorumlu tutulmayacaklarını bildiren Mâide 5/93. ayeti delil göstererek içki içmeye devam etmeleri ve bundan dolayı cezalandırılmamaları gerektiğini söylemeleri de “te’vil varsa tekfir yoktur” ilkesine dair ilginç bir örnektir (Bkz. Ebû Muhammed Muvaffakuddîn İbn Kudâme, el-Muğnî, Dâru Âlemi’l-Kütüb, Riyad 1997, XII. 276-277).

 

İslam Düşüncesi Haberleri

Felah; fıtrat ve vahiyle yeniden buluşmamızda!...
Diyanetten hatırlatma: Tüm kumarlar haramdır!
Kemalistlerin cehaleti uçsuz bucaksız saçmalama özgürlüğü sunuyor!
İ’tizâl ile itidal arasında Allah nerededir?
Mutlak kötüye karşı el-Kassam’ın özgürleştirici ribatı ve cihadı