Konya İl Emniyet Müdürlüğü'ne bağlı ekipler, dün akşam yüzlerce katılımcının bulunduğu siyer semineri esnasında Konya Tevhid Dergisi Temsilciliği'ne "Huzur operasyonu” kapsamında operasyon düzenlendi.
Temsilcilikte yedi yıldır her cumartesi yapılmakta olan seminerin bitmesine yakın dergi temsilciliğinin mescid bölümüne giren TEM, Çevik Kuvvet ve Güvenlik Şube ekipleri programın bitmesine müsaade etmeyerek tüm katılımcıların üst aramasını ve kimlik kontrolünü yaptı.
"Huzur Operasyonu" adı altında yapılan baskında dergi temsilciliğinde bulunan 620 adet "Tüm Rasullerin Ortak Daveti", 44 adet "Cennete Davet Var", 187 adet "Haydi İslam'a", 35 adet "Dinin Doğru Anlaşılmasında Dört Temel Kaide" adlı kitablara savcılık talimatı ile el konulduğu tutanak altına alındı.
Böylelikle herhangi bir gözaltı ve tutuklanmanın yaşanmadığı operasyon, ardında “Siyer dersine katılan insanların ‘huzurlarını bozmanın’ dışında ne tür bir güvenlik sorununa çare oldu?” sorusunu bıraktı. Tabii bandrollü, internet kitap sitelerinde resmi satışları yapılan kitapların –ne kadarıyla ilgili elde toplatma kararı vardı şeklindeki soruyu da maalesef fuzuli bularak- toplanıp götürülmesi de cabası.
Dergi temsilcilerinin kamuoyuna, emniyet ve bakanlık bürokrasisine yönelttikleri “barların, pavyonların huzuru bozamadığı bir ülkede bizim siyer derslerimiz ne tür bir huzur bozma işlevi görmüş olabilir?” sorusu haklılığı içinde barındırsa da muhatabı olan siyasi perspektif açısından pek bir anlam ifade etmemektedir.
Siyasi perspektifin kendisini hukuk kurallarıyla ifade etmeye çalışırken gerçekleştirdiği zorlamaları, zayıf karinelere dayanma ya da cemaat lehindeki kuvvetli delillere rağmen kendisini ifade etme biçimini, Tevhid dergisi temsilciliklerine daha önce İstanbul ve Ankara’da gerçekleştirilen operasyonlarda gözlemlemiştik.
Dolayısıyla 15 Temmuz’dan sonra ziyadesiyle elimizde biriken fotoğraflardan birine burada da rastgelmekteyiz. Hukuki kriterlerle yürütülen süreçlerden ziyade, hukuku sakız gibi istediği yöne çeken bir siyasi tercihler manzumesi ile muhatabız.
Devletin IŞİD ile irtibat kurma konusundaki hoyratlığı sadece Selefi çevrelerin niteliklerini birbirinden ayırdedemeyen emniyet ve yargı bürokrasisinin sırtına yüklenecek bir garabet olarak mı görülmelidir? (tıpkı Brunson’ın mensubu olduğu mezhebe rağmen, düşman mezhebin faaliyetleri üzerinden suçlanması örneğinde olduğu gibi) Yoksa 15 Temmuz sonrası iltisaklı ya da sakıncalı olarak görülüp ihraç edilenlerin boşalan yerlerine gelenlerin kimliklerinde mi aramalı sorunu?
Madem ki ortada çok açık biçimde siyasal bir süreç yürüyor, bu durumda bir devlet ya da hükümet aklı, gençlerin IŞİD gibi yapılara yöneliminin önünü kesen konferanslar verip kitaplar basan, yani IŞİD ile mücadelede kendisinden dolaylı olarak da olsa istifade edebileceği bir yapıyı neden köşeye sıkıştırıp topluma “IŞİD ile mücadele” görüntüsü vermeye çalışır? Tabii hepsinden önemlisi devlet ya da hükümet erkanının beğenmediği fikirler ihtiva etse de –tıpkı Alpaslan Kuytul ve Furkan Vakfı meselesinde olduğu gibi- bu insanların ya da hareketlerin “hukuk devleti” normları içerisinde varolan haklarını koruma taahhüdünü nereye koyacağız? Bunların fikri ve yaşamsal faaliyetleri “suç” kategorisi içerisinde değilken ve bunlar gibi onlarca seküler-dini hareket, düşünce çizgisi yıllarca bu ülkede özgürce faaliyet gösterebiliyorken, hukukun sınırlarını zorlayarak, hatta alenen çiğneyerek (diğer değişle verdiğiniz sözü tutmayarak, insanlarla yaptığınız toplumsal sözleşmeyi bozarak) hayatın normal akışı içinde yaptıkları faaliyetleri gün gelip “suç” kategorisine sokmak, bunu yaparken de hukuk/yargı tarihine geçecek şekilde “kokteyl örgüt” irtibatı üretmek, (ve bu irtibatı ispat yükümlülüğü duymamak, yani medyada bol keseden birbiriyle ilişkisiz örgüt isimleri sayılsa da iddianamede bir tanesinin bile ismini zikretmemek) neyle tanımlanabilir? Bu icraatlar içerisinde bulunanların kendi tabirleriyle ifade edersek, bu resmen “din, düşünce, yaşam hakkını” koruma altına alan Anayasayı da ihlal değil midir?
Bu tablonun külli zararları, “üst akıl” denen heyulaya karşı verildiği iddia edilen mücadeleye katkı mı sağladığı yoksa zarar mı verdiği meselesinin yanında, hakkın hukukun geçmişte olmadığı derecede rahat çiğnenebilmesine imkan veren vasatın nasıl olup da bu derece kolay içe sindirilebilmesi, görmezden gelinmesi, bir sorun olarak görülmemesidir aslolan. Ya da sorun olarak görmemeyi beraberinde getiren bir takım yüksek menfaatlerin ardında kalanların teferruat kabilinden algılanmasıdır.
Darbe tehdidi varsa, bu ne perhiz…
“Bu altbaşlığın konuyla ne ilgisi var?”diye sorulabilir. Kısaca irtibatlandıralım:
Birkaç gündür merkez medyanın Yücel Koç, Fuat Uğur, Süleyman Özışık gibi yazar ve yöneticileri Akdeniz’de doğalgaz savaşı üzerinden suların ısınmasıyla, Türkiye’deki bazı Kemalistik yargı kararlarını ve Fransa’daki “Sarı Yelekliler” isyanının Türkiye’ye de yansımaları olacağı meselesini birleştirerek bunların yeni bir darbe kalkışmasının habercisi olabileceği türünden endişelerini kamuoyuyla paylaşmaktalar.
Mesela S. Özışık 7 Aralık tarihli Türkiye gazetesinde yayınlanan “Sessiz bir tehdit yaklaşıyor!” başlıklı makalesinde aynı gazeteden Yücel Koç’un Akdeniz’de doğalgaz savaşlarının önemine dair vurgularını aktardıktan sonra şunları söylüyor:
“…Tekrar Sarı Yelekliler eylemine dönecek olursak...
Birileri, özellikle de muhalif medyadan birileri, bu eylemin çok daha şiddetli hâlinin Türkiye'de yaşanması için neredeyse halkı sokağa çağıracak.
Kimileri ekonomik kriz üzerinden, kimileri adalet duygusu üzerinden, kimileri Ergenekon ve FETÖ üzerinden algı operasyonu yapıp duruyor.
Biraz klişe bir tabir olacak ama oynanan bu oyunu göremez ve bozamazsak, yapılan her haberi, yazılan her yazıyı bu oyunun bir parçasıymış gibi okuyamazsak işimiz çok zor olacak demektir.
…
Dikkatli olun, çünkü 15 Temmuz'dan çok daha korkunç bir tehlike bizi bekliyor. Bu tehlikeyi bertaraf etmenin tek yolu uyanık olmak ve birlikte hareket etmek!”
Yazarlar bizi yaklaşan büyük tehlikeye dönük uyarıyorlar uyarmasına ama günün sonunda tavsiyeleri özellikle medyaya ve muhalif olarak görülen kesimlere dönük daha fazla baskı talebiyle sonuçlanıyor! Hatta en başta “hak-hukuk” diyenlere dikkat kesilinmesi önerisi ise tam bir paradoksun ifadesi. Zira çağrıları tehlikeyi birlikte bertaraf etme yönünde.
“Peki bunca hukuksuzluğun, adaletsizliğin daha da katmerlenmesi talebiyle nasıl bir birlik oluşacak?” sorusu elbette havada kalmaya mahkum.
Meseleyi sadece “Tıpkı Akşam gazetesinin bugünkü birinci sayfa haberinde yer aldığı imada –tehlike tüm hızıyla devam ediyor! iması- olduğu gibi (F.Gülen deşifre olmayanlara “liselileri tıbba ve hukuka sokun ve her türlü masrafını karşılayın” yeni talimatını vermiş) halkı sürekli olarak beka endişesine gark edip yaklaşan seçimlerde konsodilasyonu artırma çabası” olarak okumak basite indirgemek olur. Bu ciddi bir zihniyet probleminin habercisi ve birlik çağrısındaki bozgunculuk, adaletsizlik, hukuksuzluğu göremeyecek kadar çarpık bir zihniyet bu!
Eğer Akdeniz’de sular ısınıyorsa, 15 Temmuz’da halktan, halkın değerlerinin korunmasından ve ümmetin maslahatı adına seçilmiş iradeden yana olanlara çektirilen (Tevhid dergisi operasyonları dahil olmak üzere) bu eza neyin nesidir? Madem ki yaklaşan tehdidin “Kemalist darbe” imasıyla pekiştirilmesi durumu zihinlerde ve “istihbari bilgilerde” olgunlaşmış, bu durumda 15 Temmuz’dan bu yana ellerimizle yarattığımız mağdurlar iklimini bir an önce berheva etmek gerekmez mi? Çözüm, bunları konuşanları susturmak, her konuşanı suiistimalci ve yaklaşan darbenin lojistik elemanı gibi görüp göstermek hayra alamet midir?
Memlekete bizatihi bu insanilik, islamilik, ahlakilikten uzak zihniyetin esas zararı verdiği ne vakit kavranacak? Danıştay savcısına başörtü kararından dolayı haklı olarak sorulan soru, İslami çevrelere dönük ismiyle müsemma olmayan operasyonlarla toplumun huzurunu bozanlara dönük ne zaman sorulacak?
Daha geniş anlamıyla ifade edersek, muhafazakar dindar çevrelerin mağduriyetlerini zerrece umursamayan bir bürokrasinin, faturasının zaten hükümete çıktığı rahatlığıyla yürüttüğü süreçlerine mi yanalım; dürüst bürokratların lekelenmeme/ithama maruz kalmama saikiyle yaşadıkları korkular yüzünden adalete uzak düşmelerine mi, yoksa tüm bu hercümercin tarumar ettiği sosyolojiye yenilerinin de katılması gerektiğini büyük korku cümleleri üzerinden topluma zerketmeye devam edenlerin bu vasatı görmezden gelerek yaptıkları “birlik” çağrılarının saçmalığı ve adalet-hukuk aleyhine zarar vericiliğine mi?
Allah(cc) yöneticiler başta olmak üzere, medyasıyla, hukukçusuyla cümlemize, dahası bu konuları ahlaki bir özcülükle kavrama ve tutum alma noktasında ayak sürçen bizlere akıl, fikir, vicdan ve basiret nasip etsin.