Tevessül, teberrük ve istiğase üzerine

Faruk Beşer kimi çevrelerin hurafeye dayalı anlatılarını "itikadi esaslar" şeklinde Müslümanlara dayatmasına karşı sosyal medya hesabından tevhidi esasların altını çizen bir yazı kaleme almış.

Faruk Beşer

Tevessül, teberrük ve istiğase 

Tevessülün kelime anlamı; vesile edinme, yani bir yol, bir sebep bir çare arama demektir. Allah (cc) kendisinden yardım isteyen müminlerin vesile edinmelerini ister. Yani sanki Allah’tan bir şey isteyenler Allah için bir şeyler yapsınlar ki istemeye yüzleri olsun denmek istenmiştir. “Ey iman edenler, Allah’a karşı saygılı olun, O’na yaklaştıracak vesileyi arayın ve O’nun yolunda cihat edin ki, kurtulabilesiniz” buyurur. (5/Mâide, 35). Demek ki, önce iman, sonra takva yani Allah’ın emir ve yasaklarına riayet, sonra da ilave olarak bir vesileye tutunma.

Vesile kelimesinin Kuranı Kerim’de iki yerde ve marife/bilinen bir kalıpla gelmiş olması (Mâide/5, 35; İsra/17, 57), aslında onun bilinen bir şey olduğuna işaret eder. Yani tutunacağınız vesileler bellidir.

1. O halde vesile, kulun Allah’tan bir şey istemeye yüzünün olabilmesi için yapılacak ibadetlerini yapması, hayır ve hasenatta, ardında da dua ve niyazda bulunmasıdır. Şu ayeti kerimede söylenen de işte böyle bir tevessüldür, vesile edinmedir: “Ey müminler, Allah'tan sabır ve namazla yardım dileyin”. (2/Bakara, 153). Demek ki insan Allah’tan bir şey isteyecekse farzların dışında bir de hacet/nafile namazı kılarak istemesi, olmadıysa buna sabırla devam etmesi, yardım dilemeye yüzünüzün olmasının, sonunda da istediği yardımın gelmesinin bir vesiledir. Bu anlamdaki vesileyi bizzat Kuranıkerim söylüyor hatta emrediyor. Bir ayeti kerimede de Allah “en güzel isimler Allah’ındır, O’na bu isimlerle dua edin…” (7/E’râf, 180) buyurur. Yani Allah’tan bir şey isterken bu istenilen şeyi O’nun en münasip ismiyle istemek de O’nun isimlerini vesile edinmek, yani onlarla tevessül etmek demektir. Mesela bol rızık isteyecek olan kul, önce bunun maddi sebepleriyle tevessül edecek, yani üzerine düşen çalışmayı yapacak, sonra da “ya Rezzâk” diyerek isteyecektir. Bunun önemi şuradadır: Allah’tan O’nun isimleriyle isteyen bir kul Allah’ı bu isimleriyle tanıyor ve O’nu hakkıyla takdir ediyor olduğunu göstermiş olmaktadır. Bunu Allah’a arz ederek istemesi istediğini almasının bir vesilesi olmuş olur. Asıl meşru tevessül yani vesile arama bunlardır. Farz namazların ardından ve Kuranıkerim hatmedildiğinde yapılan duaların daha makbul olmasının sebebi de bu güzel işlerin birer vesile kılınması yani bunlarla tevessül edilmesidir. Aslında Allah için yapılan her salih amel bir vesile olabilir. Allah’tan O’nun isimleriyle istemek de bu isimlerle bir tevessüldür. Bunu da bizden bizzat Allah istemektedir. “Allah’ın güzel isimleri vardır, O’na onlarla dua edin”. (7/Araf, 180).

2. Buna bağlı olarak kulun Allah’tan yardım isterken kendinin yaptığı iyiliklerini Allah’a arz edip onlar vesilesi ile yardım istemesi de yine meşru bir tevessüldür, bunu da Resulüllah’tan (sa) öğreniyoruz. Onun bize verdiği şöyle ilginç bir misal vardır:

‘Bir zamanlar üç arkadaş yolda yürürlerken yağmura yakalanıp bir mağaraya sığındılar. Yağmurun etkisiyle büyük bir kaya gelip mağaranın ağzını kapadı. Çıkabilmenin çaresini aradılar, hiçbir yol bulamayınca yaptığımız salih amellerle Allah’a dua edelim, belki kapımızı açar dediler. Birisi şöyle niyaz etti: “Allah’ım, benim yaşlı annem babam vardı. Koyunlarımı ağıllarına koyduktan sonra, çocuklarımdan önce annemin babamın sütünü içirirdim. Bir gün eve geç kaldım ve onları zamanında yediremedim. Geldiğimde uyumuşlardı, sütü alıp yanlarına geldim ama uyandırmaya kıyamadım. Çocuklarım ayaklarıma sarılıp süt istiyorlardı, ben ise annemden babamdan önce onları yedirmek istemiyordum. Bu beklemem sabaha kadar sürdü ve ben uyansınlar da sütlerini vereyim diye onların baş ucundan ayrılmadım. Eğer bunu senin rızan için yaptıysam bizi kurtar”. O böyle söyleyince taş, gök yüzü görülecek kadar açıldı. Diğeri şöyle dedi: “Allah’ım, benim bir amca kızım vardı. Bir erkek bir kadını ne kadar arzularsa ben de ona sahip olmayı o kadar istiyordum. Kendini bana teslim etmesi için yalvardım kabul etmedi. Nihayet bunun için ona yüz dinar vermeyi teklif ettim. Zar zor yüz dinarı tamamlayıp getirdim. Onu yatırdım, tam arzuma kavuşacağım anda bana; ey Allah’ın kulu, Allah’tan kork ve mührü hakkın olmayacak şekilde açma dedi. Ben de hemen kalktım. Eğer bunu senin rızan için yaptıysam bizi kurtar. Taş bir parça daha açıldı. Diğeri de şöyle dedi: Allah’ım ben bir ölçek ekin karşılığında bir işçi tutmuştum. İşini bitirince hakkını istedi, verdim ama beğenmeyip bırakıp gitti. Ben o ekini tekrar tekrar ektim, mahsulüyle sığır aldım, onlar çoğaldı ve nihayet adam uzun yıllar sonra gelip alacağını istedi. Ben de şu sığırlar çobanıyla beraber senindir, al git dedim. Adam, benimle alay etme dedi. Alay etmiyorum, bunlar senin, alıp gidebilirsin dedim, alıp gitti. Eğer bunu senin rızan için yaptıysam bizi kurtar. Böylece Allah taşı tamamen kaldırdı, çıkıp kurtuldular”. (Buhari, Müslim).

Resulüllah (sa) bunu bir misal olarak mı, yoksa gerçekten yaşanmış bir vakıa olarak mı anlatmıştır bilmiyoruz, ama fark etmez, bundan anlaşılan şudur; insan daha önceleri Allah için yaptığı işleri vesile ederek, yani onlarla tevessül ederek Allah’a yalvarabilir, böyle bir tevessül de meşrudur.

3.Resulüllah’ın hayatında şöyle bir misal daha vardır: (Bu duanın aslını daha önce de vermiştik):

‘Gözlerini kaybeden birisi bir gün Resulüllah’a geldi ve “Allah’a dua edin de gözlerimi bana iade etsin dedi. Resulüllah, sen bilirsin istersen sabret, senin için daha hayırlı olsun, istersen dua edeyim, buyurdu. Adam, siz dua edin, dedi. Resulüllah (sa) ona güzel bir abdest alıp iki rekât namaz kılmasını, ardından şöyle dua etmesini söyledi: Allah’ım, ben senden istiyorum ve rahmet peygamberin olan Muhammed’le sana yöneliyorum. Allah’ım onu benim hakkımda şefaatçi kıl” (Tirmizî, sahih).

Demek ki, Resulüllah ile tevessül etmek de meşru bir tevessüldür ancak bu da iki türlü anlaşılabilir: Birincisi salih bir kulun kendisine dua etmesini istemek. Böyle bir tevessülün caiz olduğunda şüphe yoktur. İkincisi, “Allah’ım peygamberin Muhammed’le sana yöneliyorum” demek. Böyle anlaşılırsa acaba bu peygamberin dua etmesini istemekten farklı, onun hürmetine diye bir tevessül müdür? “Muhammed’le” (sa) demenin anlamı; senden onun hatırına, onun hürmetine istiyorum demektir. İşte tevessül konusunda alimlerin farklı düşünmeleri bu noktadan itibaren başlar. Şirk konusunda çok titiz olanlar derler ki, salih bir kuldan dua istenebilir ama kim olursa olsun birisinin hatırına Allah’tan bir şey istenmez. Çünkü eğer onun Allah katında bir hatırı varsa onun hatırı bize neden bir hak sağlasın. Onun hatırlı olmasında bizim ne katkımız, hangi amelimiz vardır ki biz onunla isteyelim? Böyle söylemenin anlamı, ona verdin bana da ver, demekten farklı olur mu? Allah’ın ona vermiş olması bana vermesinin de bir sebebi olamaz. Bu sebeple birinin hatırına, hürmetine diye dua edilip tevessül edilmez. Çünkü bunda kişinin hiçbir payı, dolayısıyla da tevessül edeceği, sebep göstereceği bir emeği yoktur. Çünkü Allah buyuruyor ki, “insan için ancak kendi yaptığının karşılığı vardır”. (53/Necm, 39). İşte bazı alimler böyle söylerler.

4. Bazıları da derler ki, o sahabinin kendine öğretilen duasında “Muhammed’le, yani onun hatırına, onun hürmetine” demesini ona bizzat Resulüllah (sa) öğretmiştir. Onun yaptığı tevessülün iki boyutu vardır: Birincisi ondan güzel bir abdest alıp iki rekât namaz kılmasının istenmiş olması, ikincisi “Resulün hatırına” diyerek dua etmesi. O sahabi önce böyle bir namaz kılmakla, sonra da Resulüllah’a tabi olduğunu, onu sevdiğini göstermekle kendisi de salih bir amel yapmış ve sanki şöyle demiş oldu: Allah’ım, ben bu namazımla sadece senden isteneceğine inandığımı göstermiş oldum, ayrıca senin sevdiğin resulünü seviyor ve onun dediklerini yapıyorum. Bu vesilelerle senden yardım diliyorum. İşte bu kadarının da caiz olması gerekir. Böyle bir tevessülden önce böyle bir namaz kılınması, kendisinin salih bir amel yaptığını ve istenilenin Allah (cc) olduğuna inandığını göstermesi içindir. Yani o kul yine kendi yaptığı bir iyilikle tevessül etmiştir. Biz de böyle bir tevessülün de caiz olduğunu düşünüyoruz.

5. Meselenin bir adım daha ilerisi ise peygamberden başka salih zatlarla böyle “hatırına hürmetine” diyerek tevessül edilmesi meselesidir. Bu noktada mesele artık daha hassas hale gelir. Ancak Hz. Ömer hilafeti zamanında yağmur duasında Resulüllah (sa) hayatta olmadığı için onun amcası Abbas (ra) ile tevessül etmiş ve “Allah’ım biz senin peygamberinle tevessül ediyorduk, sen bize yağmur veriyordun, şimdi de onun amcası ile tevessül ediyoruz, bize yağmur ver” diye dua etmiş ve yağmur yağmıştır (Buhari). Yani Hz. Ömer de o sahabi gibi “Onunla, onun hatırına” diyerek dua etmiştir. O halde böyle bir tevessülün/duanın da caiz olduğu söylenmelidir. Ancak buradaki hassas noktalar şunlardır. Hatırına dua ettiğimiz zat gerçekten Allah katında hatırlı birisi midir, bunu biz bilemeyiz. Abbas (ra) bir sahabi idi ve ilave olarak Resulüllah’ın amcası idi. Ama Allah bu konuda herkesin hüsnü zannına itibar eder diye düşünebilir ve şüpheli olmakla birlikte bunun da caiz olduğu söylenebilir.

O halde meşru tevessülün şu beş çeşidini görmüş olduk:

1. Kulun salih bir amel yaparak onunla tevessül etmesi, ya da Allah’tan O’nun isimleriyle istemesi,

2. Kulun önceden Allah rızası için yaptığı bir amel ile O’na tevessül etmesi,

3. Bir hacet namazı kılarak onunla tevessül edip Allah’tan istemesi,

4. Yine bir namaz kılarak “Resulüllah’ın hatırına” diye tevessül etmesi (Buna İbn Teymiye ve izleyenleri gibi, Resulüllah’ın vefatından sonra olmaz diyenler vardır ama, biz olur diyenleri daha isabetli buluyoruz).

5. Peygamberden başka salih bir kulla Allah’a tevessül etmesi. (Buna olur diyenler bulunmakla beraber olmaz diyenler çoktur). Ama falanca salih kulunun hatırına diyerek bizzat Allah’tan istenmesinin de caiz olması mümkündür.

Bir altıncı kademe vardır ki, o da herhangi bir zatın adını söyleyerek doğrudan ondan istemekdir. Bunu İslam alimleri caiz görmemiştir. Olur diyenlerin zandan başka delilleri yoktur. Çünkü birinin hatırına diye dua edip Allah’tan istemekle bizzat o şahıstan istemek çok farklı şeylerdir ve böyle bir talep o kişinin dua edeni duyuyor olduğu kabulüne dayanır. Bu ise imkânsızdır. Böyle bir duaya ya da tevessüle “istiğâse” denir ve bir sonraki başlık altında onu anlatacağız. Ona geçmeden önce şu hususlara da dikkat çekmememiz gerekir:

1. Beşinci maddede anlattığımız; birinin hatırına diye Allah’tan istemenin caiz olduğunu söylemek, diğerine kıyasla yapılan zorlama bir görüştür. Bundan da kaçınmak ihtiyata uygun olandır.

2. Filancanın hatırına değil de filancanın hakkı için diyerek dua ve tevessül etmek ise zaten caiz değildir. Çünkü Allah’ta kimsenin hakkı yoktur.

4. Tevessülde caiz olan durumlar bulunmakla beraber Allah (cc) kendisinden başkasından istenmesini asla sevmez. Şu anlamda Kuranıkerim’de pek çok ayeti kerime vardır:

‘Allah’ı bırakıp size faydası da zararı da olamayacak şeylere yalvarmayın. Eğer bunu yaparsanız zalimlerden olmuş olursunuz”. (10/Yunus, 106).

O halde bu konuda çok dikkatli olmak gerekir. Sufiyyenin önderlerinden Abdülkadir Geylanî der ki: “Kim Allah’tan başkasından isterse Allah’ı tanımadaki cehaleti, imanının, marifetinin ve yakîninin zayıflığı ve sabırsızlığı sebebiyle istemiş olur. Kim böyle yapmaktan sakınırsa Allah’ı hakkıyla bildiği, imanının ve yakîninin güçlü olduğu, rabbine karşı marifetinin her gün ve her an artmakta bulunduğu, hayatının O’nunla olduğunu bildiği için böyle yapmaktadır. Abdullah bin Abbas’ın şu rivayeti bunu anlatmaya yetmez mi? O demiştir ki: “Resulüllah’ın bineğinin sağrısında idim, bana dedi ki, bak çocuk, sana bazı cümleler öğreteceğim: Allah’ı koru ki, Allah da seni korusun. Allah’ı koru ki, O’nu her an yanında bulasın. İstediğinde sadece Allah’tan iste, yardım dilediğinde sadece Allah’tan dile”. (Tirmizî, sahih) (Geylanî, Fütûhu’l-ğayb, 43. Makale). “Allah’ı koru” demek, O’nun hukukunu koru, O’nun alanına kimseyi karıştırma demektir.

Teberruk

Tevessüle yakın bir kavram da “teberruk’tur. Teberruk, bereketini umma demektir, takdis ve kutsamadan farklıdır. Hz. Aişe annemiz der ki, Resulüllah ölümle sonuçlanan hastalığına yakalandığında “Muavvizât’ı” yani Felek ve Nas surelerini okur ve üflerdi. Ağırlaşınca bunları ben okuyup onun eline üfledim ve teberruken bedenine sürdüm (Buhari, Müslim). Hz. Aişe’nin okuyup onun eline üflemesinden, Resulüllah’ın da okuyup kendi eline üflediğini ve ellerini ağrıyan yerine sürdüğünü anlamışlardır. Ama bundan doğrudan üfleme de anlaşılabilir. Muavvizât, kendileriyle Allah’a sığınılan cümleler demektir. Felek ve Nas surelerinde pek çok şeyden Allah’a sığınıldığı için bu iki sureye çoğul kalıbıyla “muavvizât” denir. Bazıları, bu çoğul sebebiyle İhlas Suresini de “Muavvizât’a dahil ederler. Böyle bir teberrük de caizdir. Ama bu, kutsamaya yani teberrük ettiği kişide ya da şeyde ilahi vasıflar gibi vasıflar ve güçler olduğunu sanma noktasına varırsa tehlikeli olur. Oysa teberrük Allah’ın değer verdiği bir kişi, ya da şey ile Allah’tan bereket ve hayır bekleme demektir.

Resulüllah’ın (sa) “hüsn’ü tefe’ül” etmesi de böyledir. Hüsn’ü tefe’ül, güzel bir şeyi hayra yorma demektir. Mesela Hudeybiye antlaşması için müşrikler tarafından gelen kişinin Sehl bin Amr olduğunu görünce Efendimiz (sa) “sehule emruna” demişlerdi. Sehl, kolay demektir. Onun bunu, demek ki, işimiz kolaylaşacak diye yorması “hüsn’ü tefe’ül”dür ve bizim de böyle yapmamız caizdir.

İstiğâse

İstiğasenin Kelime anlamı imdat isteme, yardım dileme demektir. Kökü de imdat ve yardım demek olan “ğavs’tır. Birinin diğerine yardım etmesi gündelik hayatta olduğu gibi ya maddi ve tabii olur ya da manevi ve ilahi bir güçle olduğu düşünülür. Böyle manevi imdat etme gücüne sahip olduğu varsayılan kimselere de “ğavs” denir. Ama ğavs, yani manevi imdat kaynağı sadece Allah’tır. İstiane kelimesi de yakın anlamdadır. Her ikisi de birbiri yerine kullanılabilir ama istiğâse’de daha çok manevi bir güçten imdat dileme, istianede ise her türlü yardım dileme anlamı vardır. Hayattaki birisine, gücü dahilindeki bir iş için, efendim sizden istiğâse ediyoruz bize yardım edin, ya da sizden istiane ediyoruz, bize imdat edin denebilir. Mesela Hz. Musa (sa) şehirde kavga eden iki kişi görmüş, bunlardan biri ondan istiğâse etmiş, yani bana yardım et demişti (28/Kasas, 15). Kıyamet günü de Güneş insanların beynine yaklaştığı bir anda insanlar Hz. Âdemden başlayarak peygamberlerden istiğâse edeceklerdir (Buhari). İstiğasenin bu anlamda kullanılmasında bir sakınca yoktur.

Burada ise “istiğâse” ile kastedilen bu değildir, daha çok tarikatlarda söz konusu edilen ölmüş ya da hayattaki salih bir kulun maneviyatından yardım dilemedir. Mesele şudur: bir mümin sıkıştığında gerek peygamberden gerek Allah’ın başka bir veli kulundan “yetiş ya fülan”, “imdat eyle ey fülan” diye yardım dilenebilir mi, o da buna karşılık verebilir mi? Bunu anlayabilmek için önce şöyle bir giriş yapmamız gerekir:

Anlaşılacağı gibi mesele akli/içtihadi bir mesele değil, imanla alakalı bir meseledir. Yani bunun mümkün ve meşru olup olmadığını biz akılla bulamayız, varsa şeri delillerine bakarak buna inanırız ya da inanmayız. Böyle meselelerde buna inanmak gerekir denilebilmesi için meselenin sübutu ve delaleti kati haberlerle gelmiş olması gerekir. Yani onun öyle olduğunu söyleyen haber hem mütevatir olmalı hem de ne dediği tartışılmaz düzeyde açık olmalıdır ki ona öylece iman edilmesi gerekli olmuş olsun. Haber mütevatir değil ama en azından sahih ise ona da inanılır ama inanmamak küfür olmaz, belki dalalet olabilir. Mesela kabir azabı böyledir. Haber sahih de değilse inanmamak hiçbir şey gerektirmez. Çok zayıfsa ve delaleti, yani ne demek istediği açık değilse ona inanılması zaten doğru olmaz. Hatta sahih bir habere zıt ise inanmak bidat, dalalet hatta şirk olabilir. Bu ölçülere itirazı olan bir İslam alimi yoktur.

Şimdi istiğâsenin dindeki yerine gelelim. Yani bir mümin, ölmüş olan, ya da yanında bulunmayan, yani dünya ölçüleriyle kendisini duymayan veli bir kuldan istiğâse edebilir mi? Ğulat-ı sufiyeden bazıları bunun olabileceğini söylerler ve kendilerince bazı delillere tutunurlar. “Ğulat-ı sufiye”den kastımız kendi icat ettikleri delilleri Kitaptan ve Sünnetten olan delillerin önüne geçiren, kendi delillerini onlardan daha önemli gören sufilerdir. Bunlar meseleyi şöylece meşrulaştırmak isterler: Efendim, kendisiyle asıl istiğâse edilen, yani yardımı dilenen tabii ki Allah’tır. Biz filancadan istediğimizde o da bunu Allah’tan isteyecektir, veren yine Allah olacaktır derler. O zaman da şu sorulara cevap vermeleri gerekir: Allah size küskün müdür, ya da siz Allah’a küskün müsünüz ki, doğrudan O’ndan istemiyorsunuz? Bu manada Allah kendisinden başkasından istenmesine razı olur mu?

Kısaca böyle bir istiğâsenin caiz olduğunu söyleyenlerin tutundukları sübutu ve delaleti kati hiçbir delil olmadığı gibi sahih, hasen hatta zayıf derecesinde açık bir delilleri de yoktur. Eğer bunun asla olmayacağını gösteren deliller olmasaydı, böyle bir delil yoktur ama biz şansımızı deneriz denebilirdi. Oysa bunun olmayacağını söyleyen, sübutu ve delaleti kati onlarca nas vardır. Onlara geçmezden önce buna olur diyenlerin tutundukları delilleri görelim.

Böyle bir istiğâse olur diyenlerin tutundukları deliller şu iki sözdür:

Beyhakî’nin “Şuabu’l-iman’da Resulüllah’ın (sa) değil, İbn Abbas’ın sözü olarak naklettiği hadis: “Allah’ın yeryüzünde Hafaza meleklerinden başka da melekleri vardır, onlar bir yaprağın düşüşünü bile yazarlar. Birinize yolda bir aksilik gelirse ve yardım alacak arkadaşı da yoksa: “Ey Allah’ın kulları, bize yardım edin (eğisûna)” desin ona yardım gelir”. Hadisin Ebu Ya’la’daki rivayetinde “Birinizin hayvanı çölde kaybolursa… desin” ifadesi vardır.

Bunu istiğâseye delil sayarlar, oysa böyle bir söz imani bir meselede delil olmaz çünkü:

1. Hadis sahih değildir ve bu sebeple Kütüb-i Sitte’nin hiçbiri bu hadisi almamıştır. Şahitleriyle ancak hasen derecesine çıkabilir ve mevkuf bir hadistir, Resulüllah’ın sözü değildir.

2. Var olduğunu kabul etsek bile burada yardım istenenler ölmüş gitmiş insanlar değil, etrafımızdaki meleklerdir. Bizim sesimizi onlara duyurmamız tabii ki mümkündür. Dolayısıyla bu haberi sahih saysak bile o iddiaya bir delil olamaz.

Bunun dışında zikrettikleri deliller usulü fıkıhtaki “delalet yolları”nın hiçbiriyle böyle bir anlamın çıkarılabilmesine müsait değildir.

Oysa bunların karşısında bir insandan böyle manevi bir istimdat/istiğâse edilemeyeceğini açıkça gösteren pek çok delil vardır, görelim:

1. Bir defa Allah (cc) yarattığı kulunun böyle sapmalara eğilimli olduğunu bildiği için ona günde en az on yedi defa Fatiha Suresi ile, “Allah’ım sadece senden yardım isteyeceğiz” dedirtmektedir. Buna inanan bir müminin cılız yorumlarla böyle bir sapma göstermesi çok gariptir.

2. Yine Kuranıkerim’de ondan fazla yerde, “Allah’ı bırakıp yalvardıklarınızın size hiçbir faydası olmaz” anlamında ayetler vardır.

3. Kuranıkerim’de ihlastan ve şirkten söz edildiği pek çok yerde “muhlisîne lehü’d-din” ve “vahdehü lâ-şerîke leh” ifadeleri geçer. Bu ifadeler çok iyi anlaşılmalıdır. “Muhlisîne lehü’d-din”, Allah’a karşı ihlaslı olabilmek ve şirkten korunmak için dini sadece ona has kılmak demektir. Yani din alanına giren imanla, manevi güçle alakalı ne varsa hepsi Allah’a aittir. O’na ait olan bu özellikleri başka hiçbir şeyde görmeyip, bunları sadece O’na has kılmadan ihlas ve katıksız iman olmaz. “Vahdehü lâ-şerîke leh” demek ise O, bütün tasarruflarında, yaratmada, rızık vermede, boyun eğilmede, yardım dilenmede tek başınadır, yanında hiçbir ortağı yoktur. Biraz O biraz başkası vermez, biraz O’ndan biraz başkasından istenmez, biraz O’na biraz başkasına boyun eğilmez. Şu ayeti kerime bunu anlatır: “Allah tek başınadır diye anıldığı zaman ahirete iman etmeyenlerin kalplerinde nefret belirir. Ama O‘nun dışındakiler de anılsa hemen yüzleri güler. (39/Zümer, 45). Yani Allah var, tamam ama filanca da var denmesini isterler. Oysa Allah’a ait her ne özellik varsa hepsi O’nundur. O’nun zatı, sıfatları, rububiyeti ve uluhiyeti tektir. Bu özelliklerden hiçbiri başkasında görülemez. Bütün bunlarda O tek başınadır, biraz O yapar biraz da filanca yapar denemez. O’nun bütün bu vasıflarda tek başına olduğuna, bunları kimseyle paylaşmadığına, kimseden yardım görmediğine inanmadıkça O’nu hakkıyla “Bir” bilmiş, tevhid etmiş olamayız.

Resulüllah’ın da (sa) bunları teyit eden pek çok hadisi şerifleri vardır, mesela:

3. Tevessülü anlatırken yukarıda verdiğimiz şu bilgiler burada da aynen geçerlidir: Abdullah bin Abbas diyor ki, “Resulüllah bana bazı nasihatlerde bulundu: Allah’ı koru ki, Allah da seni korusun. Allah’ı koru ki, O’nu her an yanında bulasın. İstediğinde sadece Allah’tan iste, yardım dilediğinde sadece Allah’tan dile” buyurdu. (Tirmizî, sahih).

4. Heysemi şöyle bir hadis nakleder: Bir grup sahabi, bir münafıkla yaptıkları fikri tartışmada onunla başa çıkamayacaklarını anlayınca Ebubekir (ra), “Kalkın Resulüllah’la istiğâse edelim” demişti. Bilahare durum Resulüllah’a sorulduğunda o şöyle buyurdu: “Benimle istiğâse edilmez, istiğâse sadece Allah ile yapılır”. Hadisi yorumlayanlar, hadis zayıftır ama söylediği şey doğrudur derler.

5. Kendisi de sufi olan Müfessir Alûsî bu hadisi zikrettiği 5/Maide 35. Ayetin tefsirinde der ki: “Bazıları bu ayette geçen “Allah’a vesile arayın” sözünden salih kullarla istiğâse etmenin meşru olacağını sanmışlar ve bunu da ayetteki vesile gibi görmüşlerdir. Ölen ya da uzakta olan salih bir insandan, “Ey filan, bana şunu ver, ya da sen Allah’ın bana bunu vermesi için dua et” demeyi caiz sanmışlardır. Onlar bu konuda Resulüllah’tan şöyle bir hadis de rivayet ederler: “B aşa çıkamadığınız işlerde kabir ehlinden istiğâse edin/imdat dileyin”. Oysa bunların hepsi hakikatten fersah fersah uzak şeylerdir” (Alûsi). (Hadis diye nakledilen bu söz için hadisçiler; yalandır, Resulüllah’a iftiradır hükmünü vermişlerdir).

6. Resulüllah (sa) bir üzüntü ve keder hissettiğinde “ey Hay ve Kayyûm olan Allah’ım, sırf senin rahmetinle istiğâse ediyorum (bi-rahmetike esteğîs)” derlerdi (Hâkim, sahih). Bilindiği ve Fatiha suresindeki (iyyake na’budü) ifadesinde de olduğu gibi takdim, tahsis ifade eder. Yani bu, “sadece senin rahmetinden istiyorum” demek olur. Biz de aynı duayı yaparken böyle demiş oluruz.

Yukarıda metnini verdiğimiz başka bir dualarında da Resulüllah (sa) aynı anlamda (وبك المستغاث) “İstiğase sadece seninle yapılır” buyurmuşlardı.

Şimdi önemli soru şudur: Birisiyle istiğâsenin caiz olamayacağını gösteren bunca ayeti kerimeler ve sahih hadisler varken bazı sufiler bu çürükten de çürük delillere, daha doğrusu delilsizliklere neden tutunurlar? Bununla neyi amaçlarlar? Tasavvuf bu mudur ki bunları ispat edebilirlerse kendilerini tasavvufu kurtarmış sayacaklar? Ucu şirke varan böyle tehlikeli bir kabulden sırf bir ihtimal olsa bile kaçınmak daha ihtiyatlı olan değil midir?

Ve şu soruyu da soralım: Resulüllah (sa) ümmetinden hiç böyle bir şey duyulmuş mudur? Onu en iyi anlayan sahabe efendilerimizin hayatında bunun sahih tek bir örneği var mıdır? Fıkıh, tefsir ve kelam alanlarındaki İslam alimlerinden bunun caiz olduğunu söyleyen birisi var mıdır? Hatta Kitap ve Sünnet çizgisindeki ilk sufilerden böyle bir şey nakledilmiş midir? Tasavvufun önderlerinden olan ve İbn Teymiye’nin bile saygı duyduğu Abdülkadir Geylanî ne diyordu? “Kim Allah’tan başkasından isterse Allah’ı tanımadaki cehaleti, imanının, marifetinin ve yakîninin zayıflığı ve sabırsızlığı sebebiyle istemiş olur” (Fütûhu’l-ğayb, 43. Makale).

Hanefilerin fıkıh kitaplarında şöyle fetvalar vardır: “Kim meşayihin ruhları bizimledir, duyarlar derse küfre düşmüş olur… Kim ölmüş birisi Allah’ın dışında bazı işlerde tasarrufta bulunabilir diye inanırsa küfre düşmüş olur… Kim Allah’ı ve Resulüllah’ı şahit tutarak nikâh kıyarsa nikâh geçerli olmadığı gibi bunu yapan Resulüllah’ın gaybı bileceği itikadına sahip olduğu için, küfre düşer” (el-Bahr er-Râik, Kenzü’d-dekaik, Bezzaziye).

Şimdi tekrar soralım, o halde böyle temelsiz ve tehlikeli bir şeye kimler neden ihtiyaç duyarlar? Bu sorunun cevabı önemlidir ve cevap için akla gelen hususlar şunlardır:

1. Bu insanlar cahillikleri sebebiyle değer verdikleri insanları fazla yüceltirler, takdis ederler. Onların bazı şeyleri bilemeyeceklerini, imdat isteyenin imdadına koşamayacaklarını onlar için acizlik ve eksiklik sayarlar.

2. Tasavvufun böyle bir şey olduğunu sanırlar, tasavvuf ehlinin böyle manevi güçlerle donatılmış olduklarını düşünürler, böyle olmayanların mürşit olamayacağını zannederler.

3. Böyle zannettikleri için bunun böyle kabul edilmemesi durumunda tasavvufun yara alacağını, gözden düşeceğini sanırlar.

4. Bazı sahte şeyhler de kendileri inanmadıkları halde bu batıl inançları özellikle yayarak kendilerine teveccüh ve saygı oluşmasını isterler. Onlar bu edebiyatı dillendirince cahil müritleri de onlara inanırlar.

5. Böyle şeyler daha çok Şia’da bulunduğu ve bizim tasavvufumuzun büyük ölçüde onlardan etkilendiği için onlardaki bu kabulleri aynen alırlar.

*

Ve bu dua kitapçığımızı Resulüllah’ın şu duasıyla bitirelim

"اللَّهُمَّ أَرِنَا الْحَقَّ حَقًّا وَأَلْهِمْنَا اتِّبَاعَهُ وَأَرِنَا الْبَاطِلَ بَاطِلا وَأَلْهِمْنَا اجْتِنَابَهُ" (ابن شاهين، حسن).

Anlamı: “Allah’ım, bize hakkı hak olarak göster ve ona uymayı nasip et, batılı da batıl olarak göster ve ondan kaçınmayı nasip et” (İbn Şahîn, hasen).


Haber görseli:  Allah kuluna yetmez mi? (Zümer Suresi, 36) Hattat Hanife Apaydın

İslam Düşüncesi Haberleri

Felah; fıtrat ve vahiyle yeniden buluşmamızda!...
Diyanetten hatırlatma: Tüm kumarlar haramdır!
Kemalistlerin cehaleti uçsuz bucaksız saçmalama özgürlüğü sunuyor!
İ’tizâl ile itidal arasında Allah nerededir?
Mutlak kötüye karşı el-Kassam’ın özgürleştirici ribatı ve cihadı