Fatma Barbarosoğlu / Yeni Şafak
Bir arpa boyu yol, tesettürlü özne her kesime hâlâ yabancı...
I-
Muhafazakârların 28 Şubat “duyarlılıklarının” aksayan yönlerini ne zaman konuşacağız?
2000’lerden sonra doğanlar, başörtüsü yasaklarının ilk defa 28 Şubat 1997’de başladığını zannediyor. Lakayt bir şekilde “Annemler yaşamış bir şeyler” diyenlerin sayısı giderek artıyor.
En yakındakine bile aktarılamayan yakın geçmiş, günlük siyasetin malzemesi olarak eriyip bitmiş gibi...
Başörtüsü yasaklarını sadece 28 Şubat üzerinden anlatmak yerine Cumhuriyet Tarihi’nin dindarlar ile devlet arasındaki gerilim hattını takip etmek daha isabetli bir yöntem. Neyse ki bu takip için elimizde 3 ciltlik fevkalade bir çalışma var. Prof. Dr. İsmail Kara, yıllardır üzerinde çalıştığı Resimli Cumhuriyet Din Kitabı’nı Cumhuriyet’in 100. yılına armağan olarak sundu.
Kitabın metinleri kadar metinlerin içindeki resimler de uzun analizleri hak ediyor. “Geçmiş, nasıl geçmiş?” bahsi için fotoğrafların dili bülbül gibi şakıyor.
Şu fotoğraf mesela... Bir cami girişi. Raflarda çeşit çeşit şapkalar. Müthiş bir görüntü. Ben bu fotoğrafı ilk defa gördüğümde sanki zamanın bir yerine batıp çıkmışım gibi hissetmiştim. Yaşananların bütün yükü sanki üzerime sinmişti
II
Şubat’ın son haftasına girince kayıtlı olmayan telefon aramalarında birdenbire bir artış oluyor. Arayanlar, “Tarihe tanıklık etme”nin altını çizerek “28 Şubat mağduriyeti” üzerine görüş istiyorlar. Oysa her yıl birbirini tekrar eden konuşmalar ve hatıralarla tarihe tanıklık etmiş olmuyoruz.
Birkaç gün önce, 28 Şubat temalı bu mutat görüşmelerden birinde, “Farklı bir şey yapmalısınız” dedim sivil toplum temsilcisine. “Tarihe tanıklık, günden düne, dünden güne sefer eyleyen çift taraflı bir yolculuktur.”
“Mesela?” dedi, yaşının 32 olduğunu öğrendiğim genç hanım. “Farklı kişilerle konuşun” dedim. “Biz sizin kuşağınızdan kişilerle konuşmayı tercih ettik” dedi.
Benimle aynı yaşta olan, “Köy filozofu” olarak anılan Nuran Germiyanlı ile konuşun mesela” dedim. “Kendisini tanıyor musunuz?” diye sordu heyecanla. “Hayır. Ekranlardan tanıdım. Kendisini ilk defa Bursa TED konuşması vidyosundan izledim. Sonra peşine düştüm. Kanal D Haber’de, TRT’nin Bir de Bana Sor programında rastladım. Kendisini en iyi ifade ettiği programın TRT’deki o program olduğunu söyleyebilirim. Diğerleri, “köylü bir teyzenin ressamlığı”na odaklanmış haberlerdi.
“Ama” dedi genç hanım “bunun sizin başta söylediklerinizle bağlantısını pek kuramadım. Dünden güne, günden düne dediniz de...”
“Günden düne doğru yolculuk için Kadıköy Belediyesi’nin düzenlediği programda köylü ressam olarak konuk edilişini merkeze aldım.”
“Bağlantıyı yine kuramadım...”
“Bağlantı şu: Başörtülü kadına ancak “köylü kadın” olarak alan açabildi Kadıköy Belediyesi. Germiyanlı Nuran Erden, köy kadını kimliğini itina ile muhafaza ediyor. Köylü olmak onun içine doğduğu ama aynı zamanda seçtiği bir kimlik. Trakya Üniversitesi’nde iki yıllık halıcılık okulunu bitirmiş.”
“İyi de ben yine...”
“Çok acele ediyorsunuz. Sosyal bilimler, edebiyat, sanat, anlık, günlük metinler değildir. Sakin ve yavaş. Nuran Erden, başörtüsü yasaklarından dolayı Halk Eğitim’de hocalığa devam edememiş. Kaderin cilvesine bakın ki 90’lı yılların başörtü yasağını savunan zihniyet, onu 2017 yılında Belediye sanatçısı olarak ağırladı. Ama isminin önüne köylü sıfatını yerleştirerek.”
“Affedersiniz şunu anlamadım. Nuran Hanım köylü olmayı kendisi de benimsediğine göre bu sizi niye rahatsız ediyor?”
“Seküler kesim doğal bir karşılaşma zamanı ve mekânı inşa etmiyor başörtülü öznelerle. Ya adının önüne bir sıfat yerleştirip köylü diyor ya da adının sonuna bir sıfat ekliyor: TEYZE! 28 Şubat’a giden süreçte Siyaset Meydanı’nın daimî öznesi olarak “köylü aydın kadın” kontenjanına yerleştirilmiş Gönül Hanım vardı mesela. Sonra reklam filmlerinde de oynadı. Köylüye zorla Batı müziği dinleterek modernleştirmeye çalışan zihniyet, başarısının meyvesi olarak selamlamak istiyor “modern köylü kadın”ı. Diğer taraftan şehirli tesettürlü kadın özneyi de kendisi olarak değil, isminin önüne yerleştireceği bir sıfat ile “tanınır” kılacağını söylemiş oluyor bu vesile ile.”
“Niye başka birisi değil de Nuran Hanım o halde...”
“İzmir’in Çeşme ilçesine bağlı Germiyan Köyü, Türkiye’nin ilk Slow Food köyü ilan edilince Nuran Erden eline fırça ve boyaları alarak “hoşluk” inşa etmek için kolları sıvamış. Beyaz badana çekilmiş olması şartıyla köyün bütün duvarlarını boyuyor. Boyarken boyadığı evin sahibinin hayat hikâyesine de dokunuyor doğaçlama. Kalp hastalığından ölen kişinin evinin duvarına kalpli desenler çizmek gibi. YouTube’da Nuran Erden ile yapılmış pek çok söyleşi var. Ama bir tanesinde bile başörtüsü yasakları sebebiyle Halk Eğitimdeki hocalığı elinden alındıktan sonraki hayatına odaklanılmıyor. Çünkü her söyleşi, bir öncekinden kopya çekilerek gerçekleştirilmiş. Hakiki sorular yok.”
“Bunun bizim programımızla bağlantısını kuramadım...”
“Farkındayım. Çünkü öğrenmek için önce heyecan sonra merak gerekiyor.”
“Sizin öyle meraklarınız, heyecanlarınız var mı?”
“Yaşım itibariyle heyecanım yok, lâkin merakım ve kederim çok. Mesela dün, başörtüsü eylemlerine en ön saflarda katılan yaşıtım bir hanımın 30 yaşındaki kızıyla beraber başını açtığını öğrendim. İkisi de eşinden ayrılmış. Dizi film karakteri olunca kıyameti koparacak olanlar “mahallede” olup bitenlere niye gözünü kapatıyor?”
“Siz bu konuda bir çalışma yaptınız mı?”
“Sorunuzun tonu hesap sorar gibi. Prensip olarak hesap soran soruları cevapsız bırakırım. Bu defa bu ilkemi parantez içine alıyorum. Yapmak için yola çıktık. Görüştüğüm ilk üç kişi, ikinci görüşmeyi kabul etmedi. Yaşadıkları hikâyeler çok ağırdı. Demem o ki, meraklı sosyal bilimciler, duyguları kayda geçirecek/ifade edecek edebiyatçılar, sanatçılar için rikkatle ve dikkatle çalışılması gereken bir mesele olmaya devam ediyor “o hikâye”.
Muhafazakâr kesim, bu ağır hikâyeler yokmuş gibi sadece 28 Şubat mağduriyetine odaklanıyor. Seküler ya da liberal her ne diyeceksek, bir diğer kesim ise, bütün çarpık hikâyeler dizi karakterlerinin üzerine boca edildiğinde “yüzleşme” sağlanacağını iddia ediyor. Velhasıl tesettürlü özne her kesime hâlâ yabancı.”