Terör, İslam ve Amerika... -3

Ayşe Hür

Teröre dönüşen öfke
Dünya nüfusunun beşte biri zenginliklerin yüzde 5'ini üretiyor Bugün teröre uygun zemin oluşturmakla suçlanan İslam ülkeleri, dünya nüfusunun beşte birini oluşturuyor, ancak dünya gayrisafi hasılasının yüzde 5'ini üretiyor. 53 İslam ülkesinin gayrisafi milli hasıla toplamı 950 milyar dolar; rakam, 1.200 milyar dolardan fazla üreten Fransa'dan az.
İslam ülkelerinin dünya ticaret hacminin yüzde 7'sini oluşturan ticaretlerinin önemli kısmını ise fiyatları her geçen gün düşen hammadeler oluşturuyor. Yani, ileriki yıllarda bu ülkelerin satın alma güçleri daha da azalacak. İslam ülkelerinde yaşamın diğer alanlarında da ciddi sorunlar var. Afganistan'da erkeklerin yüzde 90'ı, Pakistan'da yüzde 88'i okuryazar değil. Cezayir'de 15 yaş altındaki nüfusun oranı yüzde 40. Fas'ın bazı şehirlerinde konut ihtiyacı olarak yüksek ki, üç ailenin bir odada yaşaması çok olağan bir durum. Sudan ve Somali gibi ülkelerde ise halk açlıkla boğuşuyor.
1999 verileri
Heritage Foundation adlı bir Amerikan kuruluşunun 1999 verilerine göre, 531 milyar dolarlık gayrisafi milli hasıla toplamı ile 280 milyon kişinin yaşadığı 22 Arap Birliği ülkesi bugün İspanya'dan daha az üretmekte. Ortalama bir Arap vatandaşının geliri bir OECD ülkesi mensubunun gelirinin ancak yüzde 14'ü kadar.
Petrol zengini ülkelerde de durum eskisi gibi parlak değil. Örneğin Suudi Arabistan'da kişi başına gelir, 80'lerin başından bu yana neredeyse yarı yarıya düşmüş. Bu, ABD'nin petrol üretiminin yüksek, petrol fiyatlarının düşük tutulmasını zorlayan politikalarına bağlanıyor. Nitekim Ekim 2001'de Filistin'deki Birzeit Üniversitesi'nin bir araştırmada katılımcıların yüzde 86.5'i ABD'nin zenginliğinin dünyanın yoksullaşması pahasına olduğuna inandığını söylüyor. 2002 Arap İnsani Gelişme Raporu'na göreyse Arap dünyasının ortalama büyüme hızı Afrika'nın Sahra ülkelerinden sonraki en düşük düzeyde. Center for Strategic and International Studies (CSIS) verilerine göre, Ortadoğu ve Kuzey Afrika'daki İslam ülkelerinin dünya ticaret hacmindeki payları 1990'da 3.1 iken, 1998'de 1.9'a düşmüş. Arap dünyası, son 20 yılda olduğu gibi yıllık yüzde 0.5 büyümeye devam ederse, ortalama bir Arap'ın gelirini ikiye katlaması için 140 yıl geçmesi gerekecek. Halbuki bu süre Avrupa ülkeleri için 10 yıl kadar.
CSIS'nin 2003 raporuna bakılırsa Suudi Arabistan'da yüzde 3.3'e, Filistin'de yüzde 3.5'e çıkan doğum oranları dünyanın en yüksek rakamlarından.
Okuma yazma bilmeyen erkeklerin oranı Suudi Arabistan'da yüzde 79, Irak'ta
yüzde 74, Mısır'da yüzde 60.
Radikalizmin yükselişi
Arap ülkelerinde 15 yaşın altındaki nüfusun oranı yüzde 40'a ulaşıyor. Bazı yerlerde gençler arasındaki işsizlik yüzde 40'a çıkıyor. Nüfus artışı böyle sürerse gelecek 10 yılda 50 milyon kişinin işsizler ordusuna katılacağı hesaplanıyor. Bunlar gösteriyor ki İslam ülkelerinin sokakları, eğitimsiz, işsiz, çaresiz ve dolayısıyla öfkeli gençlerle dolu. Öfkenin hedefiyse, kendi iktidarlarından çok Batı. Batı'nın bilinçli olarak Doğu'yu geri bıraktığına inananların öfkesi terör olarak geri dönüyor.
70'lerden itibaren Kuzey Afrika'dan Ortadoğu'ya kadar Arap dünyasında
İslam, siyasi görüşlerin neredeyse tek taşıyıcısı haline geldi. O yıllarda komünist Afganistan, sosyalist Cezayir, devrimci Libya, monarşik Fas ve İran, laik Tunus, Batıcı Mısır, bölünmüş Lübnan ya da şeriatla yönetilen Suudi Arabistan'da kitlelerin mevcut politikalara yönelik tepkileri veya iktidar talepleri İslam üzerinden dile getirildi.
İslam dünyasında modernizasyon politikalarına ve laik uygulamalara karşı verilen mücadele ilk başarılı sonucunu 1973'te Mısır'da yasaların şeriata uydurulması için bir kurul oluşturulmasıyla aldı. Bunu 1979'da İran İslam devrimi izledi. 1980'de Sudan ve Mısır'da şeriatçılar bir adım daha attılar ve bu ülkelerde şer'i yasalar egemen kılındı. Aynı durum 1990'da Pakistan'da yaşandı ve 1970'ten beriadım adım geliştirilen şeriat uygulamaları, yasallaştırıldı. 1991'de Cezayir'deki laik yönetim, radikal
İslamcılar karşısında büyük bir yenilgi aldı. Daha sonraki yıllarda Burma, Çad, Etiyopya, Tayland ve Filipinler'de yürütülen halk ayaklanmalarının ardında da İslami motifler yer aldı. Bugün bunlara Türkiye, Hindistan, Endonezya, Malezya ya da Trinidad-Tobago gibi ülkelerle Orta Asya'daki SSCB'den ayrılan İslam ülkelerini de katabiliriz.


Kabahati nerede aramalı?
Kabahat Batılılaşma heveslerinde mi yoksa İslam kültüründe mi? İslamcı yazarlar ülkelerinde radikal hareketlerin ve terörün ortaya çıkışından kendi iktidarlarını değil Batı tipi kalkınma modellerini sorumlu tutar. (Elbette ki Orta Asya cumhuriyetlerinde SSCB suçlu görülmektedir.) Onlara göre İslamcı terör en çok kapitalist Batı'nın yolunu seçtikten sonra vaatlerini yerine getirmeyen Cezayir, Mısır, İran ve Ürdün'de etkili olmuştur, çünkü bu ülkelerde yaşanan hızlı sanayileşme ve beraberinde gelen çarpık kentleşme ülkedeki zengin-yoksul ayrımını daha da şiddetlendirmiştir.
Ülkeleri yöneten politik elitler ile halk arasındaki ilişkilerin koptuğu noktada, sorunların çözümü olarak İslam'ı kullanan hareketler ortaya çıkmıştır.
'Sorun kültür de'
Sorunların kaynağını iç dinamiklerde yani İslam düşüncesi veya Arap kültüründe arayanlar da var. Örneğin tarihçi Bernard Lewis, siyaset sosyoloğu Gilles Kepel ve Olivier Roy gibi yazarlar, İslam dininin politik yapısı, İslam'ın cihat ve itaat kültürü, İslam ulemasının giderek artan politik etkinliği gibi konuları irdeliyorlar. Mısırlı Seyyid Kutup, Pakistanlı Seyyid Mevdudi ve İranlı Humeyni gibi din bilginlerinin etkileri üzerinde kafa yoruyorlar.
50'li yılların milliyetçi rejimlerinin beceriksizlikleri, İran devriminin ihracı, Doğu Bloku'nun yıkılmasının ve Afgan cihadının rolü üzerine duruyorlar. Tartışma hâlâ sürüyor.
Kabahat ister iç dinamiklerde isterse emperyalist Batı'da olsun, İslam ülkelerinin tarihe dayanan sosyoekonomik geri kalmışlığı, antidemokratik rejimleri, kötü ekonomik örgütlenmeleri, yüksek doğum oranları ve düşük üretkenlik düşünüldüğünde kötü durumun çabuk düzelmeyeceği anlaşılıyor. Bu da terörün önlenmesi açısından umutsuzluk yaratıyor.


Ortadoğu'da ABD serüveni
Amerikan yönetimi, Avrupa devletlerinden çok sonra yöneldiği Ortadoğu'daki ağırlığını, 2. Dünya Savaşı sonrasında iyice artırdı. ABD, İsrail'e desteğine rağmen, Suudi Arabistan ve Mısır'la iyi ilişkilerini sürdürdü.
ABD'nin Ortadoğu'ya girişi uzun zaman almış, ancak Avrupa'nın ödediği bedeller düşünülünce çok da pahalıya mal olmamıştır. Bilindiği gibi Avrupalı sömürgeci devletler Ortadoğu'yu aralarında taksim etmeye çalışırken, 1919'da Suriyeli soyluların oluşturduğu Büyük Suriye Kongresi'nde, "ABD her tür sömürgeleştirme fikrinden çok uzaktır ve ülkemizle ilgili bir politik çıkarı yoktur" denilerek ABD'den ülkenin gelişmesi için teknik ve ekonomik yardım talep edilmesine karar verilmişti.
Ünlü Wilson prensipleri sayesinde göstermelik de olsa bağımsızlıklarına kavuşan Arapların destek ve sevgisini kolayca kazanan ABD'li uzman, gezgin ve diplomatlar bölgede genel olarak iyi muamele gördü. ABD'nin bölgedeki varlığı 2. Dünya Savaşı'nı izleyen dönemlerde eski minimal özelliğini yitirmeye başladı; çünkü Amerikalılar artık petrol varlığı ile bölgenin stratejik önemini çok derinden fark etmişti.
Suudiler ve İsrail
ABD'nin günümüzdeki en önemli müttefiki Suudi Arabistan'la ilişkileri de bu tarihlerde başladı. 1933'te Roosvelt ile Kral Abdülaziz arasında başlayan dostluk ilişkisi 1942'de Riyad'da ilk ABD elçiliğinin açılışıyla resmi hal aldı, 1944'te ARAMCO petrol şirketi kuruldu. 1945'te, Süveyş Kanalı'na demirleyen dev Amerikan gemisi Quincy'nin güvertesinde yapılan toplantıda iki lider Ortadoğu'nun geleceğini konuşuyordu. Bu planlar
arasında güya Filistinlilerin ve İsrail'in çıkarlarını uyuşturmak da vardı.
Ancak 1940'lara gelindiğinde, Nazilerin Yahudilere yönelik şiddet kampanyalarından etkilenen liberal Amerikan demokratlarının Yahudi devletinin kurulmasına sarf ettikleri enerjiyi Filistinlilere bir yurt yaratmakta harcamayacakları anlaşıldı. İleriki yıllarda Filistinliler tarafından 'Batı'nın suçluluk duygusu' diye adlandırılacak bu sahiplenme, savaş sonrasında politik alana taşındı. Başkan Truman, Filistin'e Yahudi göçünün serbest olması için İngiltere'ye baskı yaptı ve 1948'de İsrail devletinin ilanına büyük destek verdi. ABD'nin bu desteği günümüze kadar artarak sürdü. Bugün İsrail, ABD'den 1.8 milyar doları askeri yardım, 1.2 milyar doları ise ekonomik yardım olmak üzere yılda 3 milyar dolar alıyor. Suudi Arabistan ise Filistin sorununa o zamandan beri mesafeli yaklaşıyor.
Bağdat Paktı ve Mısır
2. Dünya Savaşı'dan sonraki dönemde ABD'nin Arap dünyasının siyasi merkezi sayılan Mısır'la ilişkisi de sorunlu gelişmiştir. 1952 Temmuzu'nda krallığı devirerek iktidara el koyan Hür Subaylar Hareketi'ne kadar Mısır'la yakından ilgilenmeyen ABD, darbenin perde arkasındaki lideri Cemal Abdül Nasır'ın başbakanlığı üstlendiği 1954-1956 yılları arasında izlediği temkinli dış politikadan hiç hoşlanmamıştı.
Nasır, ABD'nin bölgedeki Sovyet etkisini sınırlamak için kendisine yakın Ortadoğu ülkelerine 1955'te kurdurduğu Bağdat Paktı'na dahil olmakta çekinceli davranınca ABD Dışişleri bakanı J. Foster Dulles tarafından Assuan Barajı'nın yapımı için Dünya Bankası'ndan verilen kredinin dondurulması ile tehdit edildi. Bu fırsatı kaçırmayan Sovyetler Birliği barajın finansmanını üstlendi, üstelik bunun karşılığında Mısır'ın ne Varşova Paktı'na katılmasını ne de 'Tarafsızlar Hareketi'nden ayrılmasını talep etti. Böylece ABD'nin yanlış hesabı sonucu Sovyetler bölgede sağlam bir üs bulmuş oluyordu. Bu soğuk ilişkiler, Mısır 1967'deki 6 Gün Savaşları sırasında İsrail'e kaptırdığı Süveyş Kanalı çevresindeki topraklarını 1973'te ABD ve SSCB'nin baskıları sayesinde geri alıncaya kadar devam etti.
Bu tarihten itibaren Mısır, Sovyetlerden uzaklaşmaya, ABD'ye yanaşmaya başladı. Kötü durumdaki ekonomisini toparlamak için ABD'nin yardımlarına ihtiyaç duyuyordu. Doğu Bloku'nun yıkılışıyla bu ilişki iyice pekişti ve günümüze kadar da sürdü. 1973'te yapılan anlaşmalara göre Mısır ABD'den 1.3 milyar doları askeri yardım, 775 milyon doları ekonomik yardım olmak üzere her yıl yaklaşık 2.1 milyar dolar yardım almaktadır ki bu rakam İsrail'in aldığından çok azdır.

RADİKAL