Tercihler ve Yaşadığımız An

MURAT AYDOĞDU

İnsan geçmişte yaşamaz. Yaşadığı anı geçmişin birikimi, tecrübesi, emsal teşkil eden hatıraları, izleri ve etkileri altında sürdürür. Nemrut ve İbrahim gibi insanlar sadece tarihte kalmış kişilikler değildir. Günümüzde yaşayan birtakım insanlar için Nemrut gibi ceberrut ya da İbrahim gibi duruşa sahip diye vasıflandırmalar yaparız. Haçlılar Moğollar gibi ordular tarihe gömülmüş ordular da değildir. Batı Dünyası kendince barbar gördüğü, sapkın gördüğü topraklara girerken Haçlı sıfatını övgü ile kullanırlarken, bizler bu sıfatı işgal ve yağma orduları olarak onlara yükleriz. Şehirlere gelen kırsal insanlar için şehir asabiyesine sahip birçok kimse Moğollar olarak nitelerken, kırsalın insanları şehrin riyakâr ve ikiyüzlülüğüne karşı bu tanımlamayı pek te üstüne alınmaz, hatta bir takımları Moğol sıfatını bir çeşit doğallık bir çeşit saf asabiye şekli ile savunurlar.

İnsan gelecekte yaşamaz. Geleceğin idealleri, hedefleri, kurgulanışı, öngörüsü ile birlikte yaşar. Bu hedefleri olmayan insan anı yaşıyor değildir, daha doğrusu insan olma vasfı ile yaşamıyordur.

Dünya kusursuz ve insanlar tam kâmil ve hatasız değildir. Kusursuz bir kâinat, dünya tasarımında dahi hayata anlam veren kusurların bizzat varlığıdır. İnsanların hepsinde değişik kusurlar, zaaflar vardır. Bazı insanlar ise bizatihi kendileri kusur ve zaaftan müteşekkildir. Yeryüzü cennetini yaşadığını zannedenler ya da yaşayacağı hesabı ile planlar kuranlar yanılgı içerisindedirler. Lakin daha iyiye gidiş mümkündür ve insanoğlunun yakın/dünya yaşamı da bundan ibarettir.

Bazı insanlara güvenir ve onlara yetkiler veririz. Yetki verdiğimiz insanlarda muhakkak zaaflar ve kusurlar olacaktır. Ve yetki verdiklerimiz, bizi yönetenler bizden soyut varlıklar da değildir. Bizzat destekleyerek ya da denetleyip, eleştirerek onlara katkıda, müdahalede bulunuruz. Ve gerektiğinde yetkileri elinden alırız. Tek tek bireylerden öte bir topluluk olarak. Buna karşı bizzat kusur, zaaf haline gelmiş kişilerden beraat eder, onları bireysel ve toplumsal hayatlarımızdan elimine ederiz. Zaaflı insanı şeytandan, Doğruya yönelmiş insanı/ insan topluluğunu ise şeytanlaşmış insanlardan sakındırmak hayatın önemli bir vechesi.

Hayatını insana, hakka ve fıtrata yönelmiş insana düşmanlık üzerine şekillendirmiş zaafla miteşekkil bir kişiyi söz konusu ettiğinizde. Bu şeytanlaşmış insanları görünmez kılacak vesveseciler işe koyulurlar. Kusurlar ve zaaflarla müteşekkil insanları gösterip, bu şeytanlaşmış insanları onlarla eşitlerler. İnsan kıyas fakiridir çoğunlukla ve buna kanar. Bu durumda artık sapla saman karışmış, sıfat ve kelimeler yerinden oynamış hayra niyetlenmiş, hakka yönelmiş önderlerle Hannas arasında bitaraf insan basiretini, dirayetini kaybetmiştir.

Hakka yönelmiş insan için hayat henüz bitmemiştir. Taa ki, son nefesine kadar. Ve biz cenaze namazından önce merhumu “nasıl bilirdik?” değil, “nasıl biliriz?” sorusunu sorar ve ona cevap veririz. Bildiğimiz şey değişir ya da yanlış bildiğimiz ortaya çıktığında o kişinin bizim nezdimizde referansı kaybolur artık. Referansımızı silen şey bildiğimiz kişinin kusurlu olmasında değil, bizzat kusur’un kendisi olmasındadır.

Yığınlar her zaman haklı mıdır? Yığın ne zaman şekillenir ne ve şekilde devam eder? Yığınların tercihine karşı gelmek makul mudur? İşin doğrusu yığın bir asabiyedir, asaniye topluluğun kendini koruma arzusudur, bu yapııcı da olabilir yıkıcı da. Toplumun terhcihlerine saygılı olmaktan söz ederiz. Saygı nedir? Çoğunluğun kararını kabul etmek mi, yoksa ona muhalefet ederken, toplumun genel eğilimini değiştirene kadar onlarla çatışmaktan uzak durmak mı? Kuşkusuz toplumları zorla değiştirmeye çalışmak zulmün başka bir adıdır. Jakobenizm denilen modern baskı türünde toplum kendi doğruları yönğnde zorla değiştirilmeye çalışıldı. “Sorites Paradoksu” denilen bir paradokstan söz edilir. Sorites/ yığın ne zaman yığın olmaktan çıkar. Örneğin bir kum yığınından ne kadarını alırsak kum yığın olmaktan çıkar. Toplumumuz yığın psikolojisi ile hareket etmektedir. Bu yığınlar asabi ve kuru tepkisellikten farklı “Common Sence”, yan, sağduyu ile hareket etmektedirler. Sağ duyu tanımlamakta, izah etmekte zorlansa da yığınların kendilerine dayatılan şeylere karşı çıkmasını ve sağlıksız dönüşümlere karşı toplumsal savunu ile (asabiye ile) hareket etmektedirler. Pekâlâ bu ne zaman Toplumsal bir şizofreni ile azınlıklara baskıya, farklılıklara tahammülsüzlüğe ya da suçlu dahi olsa topluma karşı suç işleyenlere haddinden fazla ceza’ya yönelmektedir. Yaşanılan bazı toplumsal travmalardan sonra bu daha da etkili hale gelmektedir. Ve Toplum yığınları bu şekilde kendisini korurken içten içe de çürürler. Günümüzde Türkiye’de siyasal iktidar yığın desteğini almıştır ve düşme trendi/eğilimi göstermektedir.  Ve bu yığınlar ne derece sorgulamakta, sağlıklı sorgulamakta, kopğuşlar yaşamaktadır. Yığın olmaktan marjinal, kemikleşmiş şekle dönüşebilir mi? Ve bu hangi aşamada gerçekleşebilir?

“Bilişsel Uyumsuzluk” denilen sosyal yapı içerisindeki bireylerin psikolojik durumundan bahsedilir. Stanford Üniversite'sinden Pr. Festinger’in 1950'lilerde yapılmış bir deney.

“Bir gurup katılımcıya, ‘beklentinlerin gerçek deneyimleri nasıl etkilediği’ üzerine bir çalışma yapılacağı söyleniyor. Katılımcılar, iki grup. Birinci guruptan deneklere diğer gruptaki kişilere deney öncesinde belirli bir "beklenti" aktarılacağı, kendisinden ise bu beklenti doğrultusunda hareket etmesi ve insanlara bunu bir şekilde aktarması isteniyor. Deneyle ilgili verilmemesi gereken, ikinci guruptaki hiçbir deneğin bilmeyeceği bütün bilgiler bu katılımcıya söyleniyor. Deney sırasında ise katılımcıya sıradan, sıkıcı bir aktivite veriliyor. Deney sonunda ikinci ekiypten birçok kişi katılımcıya teşekkür ediyor, deneyin ilgi çekici ve başarılı olduğunu söylüyor. Sonrasında katılımcıya aslında diğer gruba deney öncesi verilmesi gerken "beklenti"nin verilmesini unutulduğu söyleniyor, yarıca katılımcıya icreti de fazlası ile veriliyor. Nihayetinde birinci guruptaki denek ve sonraki deneklerde baştan sıkıcı görünen deneyin sonrasında sıkıcı olmadığı ifade edilmeye başlanıyor.”

Şimdi denekler reel durum karşısında mı, yoksa bedelini aldıkları için mi sıkıcı ve yararsız görünen faaliyetten hoşlanmaya ve bunun yararlı olduğunu ifade etmeye başlıyorlar. Gerçekten toplumumuzda travma sonrası, gerçekten bir tehdit sonrası, normal zamanlarda sıkıcı ve yararsız görünen birçok şeyin çıkarla birlikte savunmacı reflekslerle toplumu motive mi ediyor? Yeni arzı endam eden milliyetçi hamaset, Medya manipülasyonlar, statükocu zihnin yaygınlaşması ve münferit iken git gide yaygınlaşma eğilimi gösteren zaafların kanıksanması, göz ardı edilmesi nedir? Bu yararcı, maslahatçı bir yaklaşım mıdır, yoksa “Bilişsel Uyumsuzuk”a uğratılan toplumda pragmatik ve şartlandırılmış ruh hali mi?

Ve daha doğrusu ile maslahat toplumun ıslah edilmesi amaçlı olmaktan çıkıp reaksiyoner bir korumaya dönüşürse aslında o maslahat olmaktan da çıkar.

Kuşkusuz kavramların yerinden edildiği kadar, beklentilerin de yerinden edildiği, bilişsel şartlandırmaların uygulandığı bir çağda yaşıyoruz.

Şimdi karşımızda yine yeterli ya da yetersiz, etkili ya da etkisiz, kurgu ya da gerçeklik olarak tercihlerimiz konuluyor. Bazen siyasette, bazen yeni dünya kurgulanışında, bazen yenilgiler, geri çekilmeler, bazende başarılar ve mevzi kazanımlar altında yeni tercihlerle karşılaşıyoruz.

Bazılarımız bunu bir tiyatro olarak görebilir, bazılarımız kendisini soyutlayarak kendine steril bir hayat (!) seçebilir. Herkesin dünya tiyatrosunda bir rol aldığını, hicret ile kaçış’ın birbirine karıştırılmaması gerektiğini düşünenler için bu asosyal ya da acilci tavırlar ciddiye de alınmayabilir.

Dünya’nın bu coğrafyasında ya da bizi bir şekilde etkileyen komşu, yakın, uzak coğrafyalarındaki insanlar bizim hissetmediğimiz şayleri, bizim yaşamadığımız ortamları yaşıyorlar, kimileri bunu geçmişte yaşadı ve hala etkisi altında, kimileri bunları yaşayacak ve belki farkında belki farkında değil. Eğer bunlar aynı şeye inandığımız insanlar ise onların hissettiklerini azda hissedemiyor, onların yaşadıklarını az da olsa fark edemiyorsak aslında aynı şeye inanmıyoruzdur.

Dünü hep birlikte yaşadık, geleceği bir çoğumuz yine hep birlikte yaşayacak.

Hiçbirimiz bütün soruların cevabını tam olarak bilmiyoruz. Ancak topluluk bazen iletişim içerisinde bazen spontan sağduyu ile daha doğru cevaplar üretir. Sokrates’e göre doğruluk ve gerçeklik aynı değildir. Gerçek olarak yaşadığımız şeyler doğru olmayabilir ve doğru da gerçek/reel uygulaması, imkanı olmadığı durumlarda ütopyadan öte gitmez. Münevver toplumu etkileyip yönlendirdiği kadar onu okuyandır da. Popper’in Paradigma yaklaşımında; bir düşünce kendi paradigması içerisinde doğrudur, yeni paradigma altında yanlışlığı ispat edilene kadar doğrudur. Ve Descartes’e göre; daha doğrusu bulunana kadar toplumun genel kabulüne uyulur. Bizce daha doğrusu onunla kavga edilmez. Öyle ya! Biz türedi değiliz.

Ve tercihini kullanan herkes yaşadığı reel dünyayı; dünü ve yarını ile iç içe, içinde bulunduğu paradigma altında ve paradigmasına yönelik etkenler altında değerlendirecektir, değerlendirmelidir.