Karar gazetesinde bugün “ABD’ye Koz Verince” başlığıyla yayımlanan yazısında Etyen Mahçupyan, Rıza Sarraf davasıyla ilgili değerlendirmelerde bulunuyor:
Halk Bankası üzerinden Türkiye aleyhine açılan ve Zarrab’ın tanık olarak kullanıldığı davanın ‘siyasi’ olduğunu vurguluyoruz. Dava hukuki zemin üzerinde yürüyebilir ve hukuki sürecin her aşamasına da riayet edilebilir. Ancak ABD bu tür olayların hepsini yargı önüne taşımıyor. Diğer deyişle hangi ülkenin dava konusu edileceğine ‘birileri’ karar veriyor. Dolayısıyla konunun ‘siyasiliği’ kimin haklı olduğunun ötesinde bir gerçeklik…
***
Haklılık meselesine gelirsek, Türkiye’nin kendisini ABD yaptırımlarıyla bağlı hissetmesi gibi bir zorunluluğu olmadığı gibi, İran’la ilişkilerde BM yaptırımlarına da riayet edilmiş gözüküyor. Buna karşılık yapılan işlemlerde ABD bankalarının ve parasının kullanılmış olması, ABD yaptırımlarının delinmesi anlamına geliyor. Halen süren davada savcılık ayrıca Türk makamlarının ABD’deki muhataplarına doğru bilgi vermedikleri ithamını da yapıyorlar. Bu açıdan bakıldığında Türkiye’nin ABD yaptırımlarını ‘dikkate almayan’ veya ABD finansal sistemini kendi amacı için ‘kullanan’ bir tutum sergilediğini kabul etmek gerekiyor. Öte yandan bu kabul, meselenin ‘siyasi’ niteliğini değiştirmiyor…
Davanın diğer ekseni olan rüşvet meselesi ise daha da ‘siyasi’ addedilebilir. Çünkü ABD için önemli olan yaptırımların delinmesidir. Söz konusu delinme sonucu ortaya çıkan ticaretten kimin nasıl yararlandığı değil. Buna karşılık rüşvet olgusunun Türkiye’deki yönetim üzerinde daha etkili bir psikolojik baskı yaratacağı açık. Nitekim davanın bu alanı deşmesinin amacının da yönetim üzerinde baskı kurmak olduğu ileri sürülebilir.
Diğer taraftan rüşvet konusu bizler için hiç de yeni veya şaşırtıcı değil. Türkiye kamuoyu günlerce bununla meşgul oldu, AK Parti içinde ‘temizlenme’ yönünde bir talep oluştu ve 2015 sonunda Davutoğlu olayla ilişkili bakanların Yüce Divan’da yargılanmalarına ‘evet’ dedi. Ne var ki o dönemde Erdoğan, ardından yaşanabilecek gelişmeleri tehlikeli gördüğü için, diğer deyişle hükümetin ve kendisinin yıpratılması ihtimaline karşı bu yargılanmayı engelledi.
Belki de konunun bir daha gündeme gelmeyeceği, üzerinin kapatılıp gidileceği sanıldı. Ya da AK Parti iktidarda kaldığı sürece, zaten bu rüşvet skandalının iktidar aleyhine kullanılma yolunun açılmayacağı varsayıldı. Ama belki bunlar bile düşünülmedi… O an zararlı gözüken bir ihtimalden sakınılma dürtüsü ile davranıldı ve akabinde olabilecekler ortaya çıktıklarında ele alınmak üzere kenara kondu.
Oysa 2015 sonu AK Parti’nin maddi ve manevi gücünün en üstte olduğu anlardan biriydi. 2015 Haziran’ındaki sendelemeden sonra, rakiplerin bariz yanlışları ve Erdoğan’ın sahaya inmemesi sayesinde AK Parti yeniden yüzde 50’yi yakalamıştı. Demokratik inşa döneminin başlatılması için hiçbir engel olmadığı gibi, tabanda büyük bir özgüven ve yapıcı enerji doğmuştu. AK Parti bu büyük potansiyele güvenerek kendi içini temizleyebilir, yolsuzluklarla ve yolsuzlarla yüzleşebilir, bir anlamda yeniden doğabilirdi.
Ama hepimizin bildiği üzere tam aksi yapıldı… Demokratik inşadan otoriter savunmacılığa kayılırken, partinin oyunu yüzde yirmi yükselten ve seçimin net bir puan farkıyla kazanılmasında büyük payı olan Davutoğlu tasfiye edildi, parti içinde yüzleşmeden kaçınıldı ve yolsuzlukların yüküyle yola devam edildi.
***
Bugün ABD’de açılmış olan davayı ‘siyasi’ olarak mahkum edebiliriz. ABD’nin bu dava üzerinden Erdoğan ve hükümet üzerinde manipülatif bir atmosfer kurmaya çalıştığını da haklı olarak öne sürebiliriz. İyi de, biz kendimizi yolsuzluklar açısından kırılgan bıraktığımız sürece, başka devletlerin bundan yararlanmasını niye yadırgıyoruz ki? Hele dış politikada ABD stratejisinin karşısında konumlanmayı seçiyorsak, ona kolumuzu kaptırtmamayı da düşünmek gerekmez mi? Hem ABD’nin ‘düşman’ olduğuna inanmak hem de onun eline koz vermek size akıllıca geliyor mu?