Temelsiz İthamlarla Hayat Karartmaya Devam Etmek mi?

Yeni Şafak yazarı Özlem Albayrak, Osman Kavala davasını değerlendirdiği yazısında “Suçlamalar çok ağır" diyor ve ekliyor: "İddianamede bu suçları delillendirecek somut materyal neredeyse yok.”

Özlem Albayrak’ın konuyla alakalı yazısını (24 Temmuz 2019) ilginize sunuyoruz:

Osman Kavala: İsnat Var, Delil Yok

Bilen bilir, Gezi ile ilgili duruşum belli. Gezinin zararsız bir protesto hareketi olduğuna inananlardan değilim, hele de yakıp yıkma, kamu malına ve özel mülke zarar verme, sokakları yangın yerine çevirme, kaldırım taşlarıyla sözümona savunma yapma cürümlerine “gençler biraz heyecanlandı, biraz eğlendi işte” deyip geçemiyorum.

Öte yandan bu, Gezi’yle bağlantılı bazı davalarda varolan sorunları görmemi engellemiyor. Sözgelimi Osman Kavala’nın durumu. Kavala, 18 Ekim 2017’de gözaltına alındı ve tutuklandı. İddianame ise, neredeyse 1 yıl süren tutukluluktan sonra tamamlanabildi. Kavala hapisteki ikinci yılını bitiriyor ve davanın geçtiğimiz hafta görülen ikinci duruşmasında da, oyçokluğu ile tutukluluğunun devamına karar verildi.

Osman Kavala’ya isnat edilen suç, “anayasal düzeni ve hükümeti ortadan kaldırmaya teşebbüs veya görevini yapmasını engellemek”. Kavala ve diğer sanıklar Gezi Parkı protestoları döneminde göstericiler tarafından işlenen “mala zarar verme” kapsamındaki suçlardan da sorumlu tutuluyor. Yöneltilen suçlamalar sahiden çok ağır, gelgelelim iddianamede bu suçları delillendirecek somut materyal neredeyse yok. Kavala’nın Gezi eylemlerini finanse ettiği ve örgütlediği ileri sürülüyor ama delil diye sunulan telefon kayıtlarının tamamı protestolar başladıktan sonra yapılan görüşmelerden oluşuyor. Ayrıca iddianamede Kavala’nın herhangi bir yere para aktarımı yaptığına dair bir delil de yok.

Diyelim ki suçlamalar doğru, Osman Kavala sahiden Gezi’yi finanse etti ve örgütledi! Savcılık makamı bunu somut delilleriyle ortaya koyamadıktan sonra, yani Kavala’nın bahsi geçen suçu işlediği ispat edilemedikten sonra, Türkiye eğer bir hukuk devletiyse, devletin Kavala’yı kilit altında tutma gibi bir hakkı olamaz.

İddianamede, Osman Kavala’nın eylemcilerle telefonda görüştüğü ve onlara gaz maskesi ve gözlük almak için bağış yapacağını söylediği telefon görüşmeleri de, “Gezi’yi finanse ettiğine” yönelik isnadın bir kanıtı olarak sunuluyor. Ünlü işadamının Gezi Parkı’ndaki eylemcilere sandalye sağlaması da “finanse etmek ve örgütlemek” suçlamasına delil olarak dosyaya konmuş. Doğrusu, o dönem Gezi’yi desteklemeyen o kadar az sayıda insan kalmıştık ki; gezicilere sempati duymak, onlara yardım etmek, gazdan korumak için onlara işletmesinin kapısını açmak, su ve gıda takviyesinde bulunmak gibi şeyler tuhaf gözükmemeye başlamıştı gözümüze. Bu suçsa yani, o dönem bu suçu çok kişi işledi.

Bir de hukuk nazarında suç bireyseldir, diye bilinir. O kaos süreci devam ederken, mala zara verenler polis tarafından anında yakalanmalı ve cezaları da mahkemeler tarafından kesilmeliydi. Kaldırım taşlarını söküp, İETT otobüslerini yakanlar, sokaklara parkedilmiş özel mülk olan araçları hurdaya çevirenler elbette cezasız kalmamalıydı; maskeli değillerse, tespit edilebilir durumdalarsa devletin onları derdest etme ve cezalandırma hakkı hala var. Fakat, o süreçte işlenen mala zarar verme suçları, neden Gezi davasındaki sanıkların vermesi gereken bir hesap oluyor, anlamak zor. Başkasının işlediği suçun hesabını vermek, ne zamandan bu yana hukuk ilkeleri arasında yeralıyor?

Sözün özü, iddianamdede, Osman Kavala’ya yönelik, Açık Toplum Vakfı üzerinden Soros’la bağlantılandırılarak Gezi’nin organizatörlerinden olduğu, 15 Temmuz Darbesi ve PKK ile ilişkili olduğu, FETÖ ile işbirliği halinde çalıştığı gibi çeşitli suçlamalar var. Ancak bunlar hakkında tek bir dişe dokunur delil sunulmuyor. İddianamenin, soruşturmayı başlatan FETÖ’cü savcı –sonradan yurtdışına kaçan- Muammer Akkaş, nasıl yazdıysa, küçük değişiklikler dışında o şekilde kaldığı söyleniyor.

Oysa bizim çok değil 10 yıl öncesine dayanan bir Ergenekon tecrübemiz var. O süreçte hukuksuzluğa kurban giden onlarca vatansever insan var. Kuddusi Okkır’ı hatırlıyorum misal, Ergenekon Davaları sırasında adı “Ergenekon’un kasası”na çıkan ve kanserden öldüğünde defin işlemlerine yetecek parasının bile olmadığı anlaşılan Kuddusi Okkır’ı. Suçlamalara dayanamayarak intihar eden Yarbay Ali Tatar’ı, Üsteğmen Nazlıgül Daştanoğlu’nu, emekli Albay Ali Bergütay Varımlı’yı… Yıllarca hapiste çürüyen diğerlerini… O dönemde pek çoğumuz, sırf ordunun darbe yapabileceğine yönelik haklı inancımızdan ötürü, “bu askerler kesin darbe planları yapmıştır” demek suretiyle, FETÖ’cüler tarafından yapılan hukuksuzlukları görmezden gelmeyi tercih etmiştik. Herşey ortaya çıktıktan sonra ise, vatansever bu insanlardan özür bile dilenmedi, herkes başını suçlu biçimde öne eğmekle yetindi…

“Hukuk herkese lazım” sözü, içi boş bir tekerleme değil. Bu yüzden; düşmana karşı bile adil olmak, her durumda hukuk ilkelerine riayet etmek, temelsiz bir takım iddialarla hayat karartmaktan vazgeçmek gerekiyor, vesselam…

Yorum Analiz Haberleri

Meşru olanı savunursan karşılığını elbet görürsün!
Türkiye solu neden hala Esed rejimini savunuyor?
Sosyal medyada görünürlük çabası ve dijital nihilizm
İran aparatlarının komik antipropagandalarına vakit ayırmak bile coğrafya için zaman kaybı...
Nasıl ki ilk Müslümanlar tüm zorluklara rağmen direndiyse Gazzeliler de öyle direniyor!