Temel Saflaşmanın Ekseni Değişiyor: Laiklik Yerine ‘Millî’lik (1)

Alper Görmüş

Türkiye, 1960’ların ikinci yarısıyla 1970’leri iki büyük siyasi eğilimin hayatın her alanına yayılan ve şiddet de içeren mücadelesiyle geçirdi: Sağ ve sol. Gerçi her iki siyasi eğilim kendi içinde de bölünmüştü ve yer yer “karşı kutup”la mücadelenin yerini fraksiyonlar arası mücadele ve çatışma da alabiliyordu; fakat hedefler açısından baktığımızda, bu dönemde siyasetin sosyalizm-komünizm isteyen solcularla anti-komünist sağcılar arasında şekillendiğini rahatlıkla söyleyebiliriz.

 

12 Eylül 1980 darbesiyle birlikte bu dönem sona erdi. Böylece başlayan 1980’leri, Türkiye’nin alışık olduğu, 10 yıl sonra yeniden avdet edecek sert-kutuplaşmış siyasi mücadelenin “fetret dönemi” sayabiliriz. Gerek her iki siyasi kanadın 12 Eylül rejimi tarafından zorla bastırılması, gerekse de kör şiddete dayalı siyasi mücadelenin meşruiyetini hızla kaybetmesiyle birlikte (aslında 12 Eylül’den çok önce başlamıştı bu süreç, fakat itiraf edilemiyordu) kabaca 10 yıllık bir “fetret dönemi” yaşadı Türkiye.

 

1990’lar ve Türkiye’de yeni temel saflaşma

 

1980’lerin ortalarından itibaren Gorbaçov’la birlikte Sovyetler Birliği’nde başlayan Glasnost (Açıklık) ve Perestroyka (Yeniden Yapılanma) hareketleri, 1980’lerin sonunda depreme dönüşüp bütün “reel sosyalist” devletleri ortadan kaldırdı. 

 

Her şeyi alt üst eden bu gelişme, Batı’nın bütün stratejik hesaplarını da kökünden değiştirecekti. Bu büyük değişim, Türkiye’nin iç siyasetine, sert-kutuplaşmış siyasi mücadelenin yeniden sahneye çıkması suretinde yansıdı. Fakat daha önemlisi, temel saflaşmanın ekseninin değişmesiydi: Mücadele artık sağ ve sol arasında değil, laik-sekülerlerle dindar-muhafazakârlar arasında yürüyecekti.

 

Bu yeni siyasi saflaşma nasıl başladı ve nasıl konsolide olarak Türkiye’nin kabaca 1990-2015 arasındaki 25 yılına damgasını vurdu? (Evet, ben, temel saflaşmanın laik-sekülerlerle dindar-muhafazakârlar arasında oluştuğu bu dönemin 2015-2016’da gerilemeye ve yerini “millîlik” temelinde yeni bir saflaşmaya bıraktığına inanıyorum. Zaten üç bölüm olarak planladığım bu yazının ilk bölümünü, Türkiye’deki büyük siyasi saflaşmaların tarihini kısaca hatırlatıp konuyu bugünlere getirmek için kaleme alıyorum. Asıl meselem, başlıkta da ifade ettiğim yeni çatışma ekseni... Bundan sonraki iki bölümde bu çerçevedeki düşüncelerimi temellendirmeye çalışacağım.)

 

Şimdi soruyu tekrarlayıp cevabını aramaya başlayalım: 1960’ların ikinci yarısıyla 1970’ler boyunca süren sağ ve sol arasındaki temel saflaşma, 1980’lerdeki “fetret dönemi”nin ardından 1990’larla birlikte yerini nasıl laik-sekülerlerle dindar-muhafazakârlar arasındaki temel saflaşmaya bıraktı? Ve yine: Nasıl konsolide olarak Türkiye’nin kabaca 1990-2015 arasındaki 25 yılına damgasını vurdu?

 

1990’lar ve irtica korkusu

 

Sovyetler Birliği’nin ve Doğu Bloku’nun dağılmasıyla birlikte (sembolik tarih olarak Berlin Duvarı’nın yıkıldığı 1989’u vermek yanlış olmaz), Türkiye’nin Batı ittifakı içindeki öneminde ciddi bir sarsıntı oldu. O dönemde içerde ve dışarda yapılan bütün analizler, Soğuk Savaş’la birlikte  Türkiye’nin komünizme karşı “hür dünyanın kalkanı” olma vasfını yitirdiğini, daha doğrusu artık böyle bir fonksiyona gerek kalmadığını tespit ediyorlardı.

 

Bu gelişme, Türkiye’de sivil siyaseti vesayet altında tutan asker-sivil bürokratik güçlerin Batı nezdindeki “meşruiyetine” de ciddi bir darbe anlamına geliyordu. Çünkü başta Amerika Birlişek Devletleri (ABD) olmak üzere Batı için önemli olan Anadolu’nun “komünizme karşı kalkan” olma vasfıydı ve bu vasfın zarar görmemesi için gerektiğinde Türkiye’nin askerler tarafından otoriter bir biçimde yönetilmesine rıza gösteriyorlardı.

 

İşte bu nedenle, komünist devletlerin çökmesiyle birlikte Türkiye’deki vesayetçi güçler bir anlamda “açık pozisyonda” kaldılar. Yani, 1990’ların başında komünist blok yıkılırken, darbesiz yaşayamayan bir ordunun darbe hayalleri de esaslı darbeler yemekteydi. Öyle ya, “darbesi geldiğinde” her seferinde “komünizm tehlikesi”ni gerekçe göstererek ABD’den icazet alan Türk ordusu bundan böyle ne yapacaktı?

 

O çaresizlik içinde İran ve Afganistan’daki dinî rejimler ve “yükselen İslam” dalgası, Türkiye’nin darbecileri için bir umut ışığı oldu. Batı için, İran ve Afganistan’dan sonra Türkiye’nin de “şeriat”ın kıskacı içine girmesi gerçek bir kâbus senaryosuydu. O halde, Türkiye’de dinci akımların güçlenmesi durumunda gerçekleştirilecek bir darbe, tıpkı eski “güzel günlerde” olduğu gibi ABD ve Batı tarafından sessizce onaylanabilirdi...

 

Fakat bir yandan da Türkiye’deki laik kesimlerin ülkede gerçek bir irtica tehlikesinin olduğuna inandırılmaları gerekiyordu; onların da onayına ihtiyaç vardı.

 

Türkiye’de İslam şeriatına dayalı teokratik bir devlet ihtimalinin açık ve yakın bir tehlike arz ettiğine dair büyük propaganda kampanyası işte bu ihtiyaçtan kaynaklanıyordu ve büyük bir gürültüyle servis edilmeye başladı.

 

1990’lar, bu algının kuvveden fiile çıkmasında büyük bir rol oynayan laik aydın cinayetleriyle geçti.

 

Bütün bu cinayetlerin her birinin ardından, Cumhuriyet gazetesi yazarlarından Orhan Bursalı’nın bir samimiyet krizi ânında kaleminden dökülen sözleriyle, “olağanüstü durumların hazırlığı olarak nitelendirilebilecek psikolojik ortamları çağrıştıran” gösteriler düzenlendi.

 

Hiç kuşkusuz bu gösterilerin en büyüğü Uğur Mumcu’nun cenaze töreniydi. Yüz binlerce insanın katıldığı tören, “irtica korkusu”nun geniş kitlelere sirayet ettirilmesi, bu yolla “korku”nun maddi bir güç hâline getirilmesi ve onun üzerinden iktidar devşirilmesi “siyaset”inin tutabileceğini gösterdi.

 

Mayanın tuttuğunu gören Türkiye’nin provokasyon ve manipülasyon ustaları, kendi militer-otoriter iktidarları için daha nice cinayetler, cenaze törenleri ve gösteriler örgütlediler, bunlar sayesinde toplumun bir kesimini hamur gibi yoğurdular ve görünüşleri modern, zihniyetleri otoriter milyonlarca insanın siyasi davranışlarını konsolide edebildiler.

 

1990-2015: Seküler ve İslâmi yaşam tarzı üzerinden yeni saflaşma

 

1990’ların tamamı ve 2000’in ilk 15 yılı, en önemli önceliği seküler hayat tarzı olan, içinde siyaseten kendisini sağ’da ya da sol’da tanımlayanların ittifak halinde yer aldığı laik-seküler cephe ile dindar-muhafazakâr cephe arasındaki sert mücadeleyle geçti.

 

Bu ideoloik mücadele, siyasi plana, Refah Partisi (1990’lar) ve AK Parti (2000’ler) ile CHP, CHP dışı sol ve MHP’nin mücadelesi olarak yansıdı.

 

“Laiklik” eksenli ittifaka MHP’yi de katmış olmamı eleştirebilecek olanlar için parantez: İlhan Selçuk’un, laiklik mücadelesindeki tavrından dolayı MHP’yi ve Türk milliyetçilerini kendisine yapılan işkencelerden dolayı affettiğini; MHP’nin 1990’ların sonunda irticai gelişmeleri durdurmak amacıyla kurulan üçlü koalisyona katıldığını; Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde bu partilerin devamcılarıyla ortak hareket ettiğini ve nihayet MHP ile CHP arasındaki, herkesin kabul ettiği “oy geçirgenliği”ni unutmayalım.

 

Çok alâmetler belirdi

 

Bu dizinin ilk bölümünü, dile getirdiğim ve sonraki iki bölümde açmaya çalışacağım eksen kaymasının hayretler içinde dillendirilen görüntülerinden ikisini başlıklar halinde yansıtarak bitireyim:

Birinci görüntü: Son dönemde emekli askerlerin yoğun ilgisine mazhar olan Vatan Partisi (VP), AK Parti’nin Cemaat, PKK ve Batı karşısındaki pozisyonunu açıkça destekliyor. Bu arada, AK Parti ile organik denebilecek ilişkiler içinde bulunan kimi yazarların VP’ye ve onun Genel Başkanı Doğu Perinçek’e müzahir yaklaşımları da dikkatlerden kaçmıyor.

 

İkinci görüntü: Daha taze olan bir işaret de 1128 imzalı Akademisyenler Bildirisi’yle bağlantılı olarak geldi. Yakın bir zamana kadar AK Parti iktidarına karşı en sert mücadeleleri yürütmüş olan Barolar Birliği, genel başkan Metin Feyzioğlu üzerinden Cumhurbaşkanı Erdoğan ile aynı pozisyonu paylaştığını gösterdi. Hatırlayalım, Feyzioğlu, konuyla ilgili olarak şöyle konuştu:

“Bu noktada kanlı terör örgütü PKK'ya bir cümlecik dahi aleyhte konuşmadan sürekli, ama sürekli Türkiye Cumhuriyeti'ne söz söyleyenleri mütareke döneminin işgal altındaki İstanbul'unun sözde aydınlarının kalıntıları olarak niteliyorum.”

 

Çarşamba günkü yazımda bu örnekleri ayrıntılandırmak suretiyle, sözünü ettiğim yeni “millî” ittifakın giderek sistemleşmekte olduğunu gösterecek; üçüncü yazıda da bu yeni durumun hangi koşullarda doğup geliştiğini ele almaya çalışacağım.

SERBESTİYET