Teksas’tan Hakikate: Bir Arayış Hikâyesi (KİTAP KRİTİĞİ)

Najla Tammy Kepler’in Temmuz-Kitap tarafından yayınlanan “Teksas’tan Hakikate Yolculuk” eserini Erkam Kuşçu kardeşimiz Haksöz-Haber için değerlendirdi.

Teksas’tan Hakikate: Bir Arayış Hikâyesi

Erkam Kuşçu / Haksöz-Haber

Yeni bir hayatı anlatmanın en doğru yolu insanın yola nereden başladığını anlatmasından geçer. Değerler dünyamızın aslında bütün bir hayat serencamının özeti biraz nasıl başladığımızla ilgilidir çünkü. Yeni bir hayat; her şeyin değişime uğradığı ve birbirinden çok farklı kültürlerin, inanışların tercihlerimize bağlı olarak yani kendi hür irademizle seçtiklerimizin yegâne sonucudur. İnsanlar farklı kararların neticelerini gene kendi yaşam örgülerine bağlı olarak, ortak veya apayrı sonuçlarıyla yaşarlar. Din veya ideolojik bir ayrım bundan sonraki tercihlerimizin belirleyicisi olmuştur bu “yeni hayatta”. Bir Müslüman olarak yetiştirildiğim aile ortamında ülkemizde de hâkim olan geleneksel dini yaşantı da bu ayrımın bizler için ifade ettiği ile çok farklı bir ortamlardan gelen bir insan için ifade ettikleri muhakkak ki biricik ve özel tecrübeler olacaktır. Ancak bizim durumumuz açısından da böylesi özel bir tecrübeyi okumak hali apayrı bir deneyimdir şüphesiz. Hakikati, keşfi bu kadar zor ve aslında iddialı olan bir şeyi aramaya çıkan ve yolu İslam ile buluşan bir insanın hikâyesi: Teksas’tan Hakikate Yolculuk… Temmuz Dergisi Yayınları arasından çıkan kitap Najla Tammy Kepler isminde ’92 senesinde 19 yaşında İslam’ı tercih eden bir Amerikalıya ait. Temmuz Kitap’ın ilk çeviri eseri olan kitap bir Müslüman olma hikâyesinin de ötesinde sorgulayan, inceleyen bir insanın hayat hikâyesini samimi, duru bir üslupla okuyucusuna aktarıyor. Türkiyeli okur için, Amerika, Amerika’daki Müslümanlar, sonradan Müslüman olan bir kimsenin gözünden Müslümanların hali ve Hıristiyan inancı üzerine detaylı değiniler de bulunuyor.

Arayışlar

Najla Tammy Kepler, Amerika’nın Teksas eyaletinde Hıristiyan inancına bağlı dindar bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Kovboy bir baba ile ev hanımı bir annenin çocuğu olan Kepler, çocukluğunu ev yaşantısı dışında kilisenin bir mensubu olarak geçirdi. Bizler açısından Hırıstiyan dünyasının modern çağın din ve dinin kurumlarına yönelik taarruzları neticesinde yaşadığı yenilgi onun çocukluk anılarında biraz farklı temayüz ediyor. Gerçekten iyi birer dindar olan ailesi onu da hırıstiyanlığın inanışlarına bağlı kalarak ve sanki seküler havanın teneffüs etmediği bir ortamda yetiştiriyorlar. Netice itibariyle çocukluğunda kurulan bu bağ hayatının geri kalanında alacağı kararları etkiliyor. Bir din ile kurulan bu bağın bir başka din ile kurulacak olan bağ ile olan ilişkisi incelenmeye değer gerçekten. Zira modern zamanlarda artık alay konusu haline getirilen “eskilerin masalları” mesabesine indirgenen dinin açıkçası ölüsü bile bir insanın arayışlarına yön verebiliyor. Yaratıcı inancının insanın ontolojik yapısı ile olan alakası çeşitli sorgulamalar ile makuliyeti en yüksek olan inanca yönelmesine vesile oluyor. Dinlerin tarihte hiçbir zaman yaşamadıkları taarruzlara maruz kaldığı çağımızda arayışta olan bir insanın savrulma olarak nitelenebilecek bir duruma düşmemesini ahlak, vicdan ve bakış açısında ki terbiyeye, önyargısızlığına bağlayabiliriz sanırım. Gören ile görmeyen, anlayan ile anlamayan bir olmaz çünkü.  “… Bunun bir şekilde yeterli olmayacağını biliyordum. Hayatımdaki en önemli şey inancımdı ve bunun farkındaydım. Manevi açıdan beni destekleyecek bir topluluğa ve düzenli gideceğim bir ibadet merkezine ihtiyacım vardı.”  

Bir diğer önemli husus son alıntıladığımız kısımda olduğu gibi bireyselleşme ve yabancılaşma meselesinde yatıyor. Batıda son dönem arayış hikâyeleri revaçta. Birçoğu sinema filmlerine de uyarlanıyor. (Tracks, 2013- Wild, 2014) Batılıların “her şeyin mümkün olduğu” hayatlarında kendilerini çöllere vurarak insanlarda bulamadığı samimiyeti develerde ve akşamın dinginliğinde arayan yahut uyuşturucu ve ekstazi ile kendini tatminden yollara düşerek varoluşunun anlamını keşfe çalışan insanların hikâyeleri aslında durumu biraz izah ediyor. Artık her şey insanın kendi değerlendirme ölçütlerine ve bireyler olarak benliklerinin gereği gördükleri yaşam biçimlerine hapsedilmiştir. Onlar artık “ben”ler olarak vardırlar ve toplumsal veyahut insanlığın Adem (as) bu yana gelen ortak birikiminin bir önemi yoktur. Bütün değer yargıları, anlamsal birliktelik son bulmuştur. İlk başlarda oldukça hızlı ve eğlenceli devam ede gelen bu yaşam sistemi bir zaman sonra eskisinden de olumsuz sonuçlar ortaya çıkarmıştır. Bir takım gören gözler “ben” olarak varolamayacaklarını ve “biz”e muhtaç olduklarını anlamışlardır. Bunu da hala bireyselliğinden taviz vermemeye çalışan sahtekârlardan uzaklaşmakla başarmaya çalışmaktadırlar. Bu tür hikâyeleri daha çok okuyacağımız muhakkak. Burada boşluğunun farkından olan kimselerin arayışları ya doğaya yönelim veyahut dinsel bir arınma düşünce ile sonuç buluyor. Yazarımızın dinin kuşatıcılığına yönelik vurguları çok önemli. Zira aslında modern olan, yaşamsal alanlardan başlayarak insanın öz benliğini parçalayıcı bir taarruza kalkışıyor. Çünkü her şeyin mümkün olduğu bir düzlem aynı zamanda her şeyi mubah bir hale geliyor. İslam dininin hayatın her alanını kuşatan bütünselliği bu noktada yazarımızın dikkatini çekmiş. Eline aldığı bir kitapçıkta şöyle bir cümle ile karşılaşıyor. “ İslam’da hayatın her alanı birbiriyle bağlı ve ilişkilidir.” Bu cümlenin en derin anlamda ne ifade ettiğini öğrenmeye can atıyordum. Bir din, hem hayatı bütünüyle içine alacak hem de bunu yalnızca Tanrı’nın sağlayabileceği muntazamlıkta yapacak; bu gerçekten de mümkün müydü? Bunun mümkün olabileceğine tüm kalbimle inanmak istedim. Çünkü böyle bir imkânın varlığı tüm insanların bu dünya ve ahret ile uyum içinde yaşayabileceği anlamına geliyordu. Gerçekten İslam bunu mümkün kılabiliyor muydu?

Tefekkür ve Aydınlık

İnsanın tercihleri neticesinde değişimler geçiren hayatının ötesinde bir de insan olmaktan gelen bir doğası, özü var. Bu öze İslam inanışında fıtrat diyoruz. Birçok hidayet öyküsünün ortak noktası bu özle ilgili aslında. Doğaya dönük bir yönelimin de içerisinde bulunduğu bu arayışın neticesi ne kadar tahrip edilirse edilsin dinin hüküm sürdüğü kavramlar dünyasına denk düşüyor. Kuran’da insanı tabiatı incelemeye ve orada yaratılışın inceliklerini aramaya çağıran ayetleri de bu bağlamda anlayabiliriz. İnsanın, Allah’ın düzenini kurduğu ve aslında kendi dışında akıp gitmeye devam bu evrenle alakası kesinlikle fıtratı ile ilgili bir husus. Havanın o günkü durumu bile bizlerin ruh halini etkileyip davranışlarımızda iz bırakıyor. Materyalizm ve aslında batılı düşüncelerin birçoğu insanın doğa ile olan ilişkisini bir mücadele ve çekişme olarak yorumlarken İslam bu ikisi arasında ki bağı her ikisinin de ortak özü ile ilişkilendiriyor. Bu hususta hidayet öykülerinin ortak bir noktası. Doğaya yönelim, romantik anlamıyla pastoral bir aşk hikâyesi değil ne olduğumuzla yakından alakalı. Sadece tüketen, yiyip içen canlı organizmalar değil dokunan, anlamaya çalışan bir varlık olarak insan bugün dahi Hz. İbrahim’in arayışını sürdürmeye devam ediyor aslında. Yazarımızda, kovboy bir babanın kızı olarak hayvanlar, ağaçlar ile dip dibe geçen çocukluğuyla sıkı bir şekilde bağlı olan hikâyesinde bu vurguları sıkça yapıyor.

İslam ibadetlerinin özellikle namazın, bir günü kapsayan zaman dilimindeki önemi yukarıda bahsettiğimiz bireyselleşme meselesi bağlamında cemaat olmak hali Kepler’i müthiş derecede etkiliyor. İnsan birbirinin kurdu değil muhtacıdır. Cemaat ile kılınan bir namaz ise birlikte olma halinin en güzel hali. Bir gün Müslümanların nasıl ibadet ettiklerini görme fırsatım oldu. Bazı insanların hot görebileceği bu ibadet şekline ben hayran kalmıştım. Bu ibadet, gün içinde pek çok kez yaptıkları dua şeklindeki ibadetten biraz daha geniş bir uygulamaya sahipti. Bahsettiğim ibadet, Müslümanların bir gün doğumundan diğerine kadar belli aralıklarla günde beş kere uyguladığı ibadetti. Bu ibadete hazırlanırken ilk yaptıkları şey su ile kendilerini temizlemekti. Ellerini, yüzlerini, kollarını, baş ve ayaklarını ameliyata hazırlanan bir cerrah titizliği ile ovalayarak temizliyorlardı. Bu uygulamanın etkisi yalnızca bununla kısıtlı değildi çünkü Müslümanlar Rablerinin karşısına çıkmak için temizleniyorlardı.

Najla Kepler’in hikâyesi Amerika’da tanıştığı bir Türk ile evlenmesi ve 2005 yılında Türkiye’ye yerleşmesi ile bizimle biraz daha alakalı bir hale gelmiş. Arayışlarının, tefekkürünün neticesinde İslam ile şereflenen ve İslam ümmetinin bir parçası olan Kepler Türkiye'de yaşıyor artık. Kardeşlerimizden birisi olarak onun yaşantısını okumak çok farklı ancak netice itibariyle tanıdık bir tat bırakıyor zihnimizde. Çünkü “… Müslüman olmuştum. Bu dünyaya geldiğim andaki temizliği elde etmiştim. Beni Yaratan’ı bulmuştum ve onun kulu olmak için çaba sarf ediyordum artık.”

*Yazıdaki italik kısımlar Teksas’tan Hakikate Yolculuk isimli kitaptan alınmıştır.

 

 

Kitap Haberleri

Norman Finkelstein’ın kaleminden Gazze direnişi
Ellinci yılında Filistin Şiiri antolojisi
Ümmetin gündemine katkı: Zeydîlikten Husîliğe Yemen
Filistin için kelimelerden bir anıt: Diken ve Karanfil
Orhan Alimoğlu’nun Gazze anıları