Performans odaklı dünyamızda en popüler meslek psikiyatri sanırım. Modern dünyanın doğurduğu bu bilim dalı insan duygularını ve dolayısıyla insan hayatını kontrol etmek istiyor. Bunun için çoğunlukla kimyasal ilaçlar dahi kullanmaktan çekinmiyor. Burada amaç insanları tedavi etmek gibi dursa bile sonuç pek iç açıcı değil. Çünkü insanların ruhsal sorunlarını, hayatlarında bu sorunlara sebep olan olgularda değişiklikler yaparak tedavi etmek yerine, beyinlerinin kimyasını değiştirerek çözmeyi amaçlıyor. Sonuç; duygular sahiciliğini, derinliğini ve doğallığını yitiriyor. Belki hasta uysallaşıyor ancak kişilik kaybı ve irade yitimi onu saksının içindeki bir çiçeğe dönüştürüyor.
Oysa sorunun temelinde insanın kendisini ait hissetmediği bir dünyada yaşıyor olması, önemli bir yer tutuyor. Gün geçtikçe iş, duygu ve beden bakımından makineleşen insan ile makinelerin giderek insanların yerini aldığı bir dünyaya uyanıyoruz. Makinelerin yapay zekâları ile pek çok işi insanların elinden aldığını, onları tembelliğe ve yetilerinin atıl hale gelmesine sebep olduğunu görmek gerekiyor.
İnsiyatif alamayan, son sözü söyleyemeyen, yaptıklarının bilincinde olamayan, bunların sonucunu öngöremeyen, sorumluluk üstlenemeyen insan giderek daha fazla bağımlı hale geliyor. Özgürlük ve özerkliğini yitiriyor.
Doğru, Sanayi devrimi ile gelişen teknoloji insanların hayatında kolaylık ve konfor sağladı. Birçok insan için elde çamaşır, hatta bulaşık yıkama işi Ortaçağ kadar uzak, sanırım. Bugün insanların hayranlığını kazanıp adeta onları büyüleyen bir teknoloji var. Ancak teknolojinin nasıl bir insan tipi ürettiği ve nasıl bir gelecek vaad ettiği konularında ciddi kaygılar yaşanıyor.
Kimileri teknolojiye tapıyor, kendisine güç kattığına inanıyor. Bazıları nefret ediyor, kölelik getirdiğini düşünüyor. Örneğin Orwell şöyle diyor; “Yiyeceğin tadına bak. İleri derecede makineleşmiş ülkelerde konserve yiyecekler, soğuk hava depoları, sentetik tadlandırıcılar vb. sayesinde damak neredeyse ölü bir organdır… Unutmayın ki makinalar hayatımızda ve onun bozucu etkilerine direnmek neredeyse imkânsız. Ona istediğiniz kadar kızabilirsiniz ancak onsuz yapamazsınız!”
Hayatımızda kabul etmesek de galip gelen teknolojinin vazgeçilmezliğidir. Hayatımızın her alanında asıl belirleyici makinelerdir. Artık insanlar makinelerin çalışma düzenine uymak zorundalar. Uymak istemeyenlerin psikiyatrilerde “tedavi” edilmeleri kaçınılmaz olarak algılanıyor.
Hegel’e göre tarih; mağlupların, galiplerin kölesi olduğu bir savaşla başlar. Ancak galiplerin zaferi uzun sürmez. Çünkü galipler için çalışmaya zorlanan köleler eşyaya şekil vererek, gelişmlerini sürdürürken galipler buna ihtiyaç duymaz. Bu döngüsel durum çalışanın nimete sahip olmasıyla devam eder.
Bugün galip gelen teknolojinin galibiyeti ise insanlığın sonu olabilir. Kendine, eşyaya ve topluma yabancılaşan insanlığın sonu… Nasıl olmasın? Dün atom bombasını kullananlara lanet okuyanlar bile birçok İslam beldesindeki katliamları televizyonda belgesel izler gibi izlemiyor mu?
Çalışmak maddi ihtiyaçları gidermek için gerekli olsa da temelde insan değerli birşeyler üretme, ortaya çıkarma arzusunu taşır. Harcanan emekle dünyada kalıcı bir iz bırakmak, insanlığa katkısı olan anlamlı bir şeyler üretmek ister.
Bununla birlikte gelinen noktada iş dünyası insanların işlerinde anlam bulmasına izin vermez. Egemen olan, çalışana dayatılan sürecin hareketi ve ritmidir. Artık makinenin hareketine uymak zorunda olan bir beden vardır. Öyle ki, makineyi yönlendiren de değil makine tarafından yönlendirilen…
Herman Melville, bir kâğıt fabrikasında çalışan solgun genç kadınları tasvir eder. “Makineler, doymak bilmez iştahlarıyla genç yüzlerdeki rengi emip, basılan gül renkli kâğıda geçiren ‘demir hayvan’dır. İnsanlar makinelere kölenin sultana hizmet etmesi gibi hizmet etmektedir.” Her ne kadar yazar 19.yy sonlarında bu tasviri yapsa da, durumun daha iyiye gittiğini söylemek için Polyanna olmak gerekiyor!
Fabrikalardaki işçi mekanik sürecin bir parçasıdır. Makinenin eylem ve ritmine göre hareket eder. Saat zamanına tabidir. Bu zamanın hayatın ve mevsimlerin ritmiyle hiçbir alakası yoktur. Ne doğal olanla ne de çalışanın ruhsal ya da fiziksel haliyle alakası yoktur bu zamanın. Zamanın belirleyicisi mesaidir. Hatta gece uykusunun insan sağlığına faydası bilim tarafından onaylandığı halde pek çok fabrika geceleri de işçilerini çalıştırır. Çünkü üretim insan sağlığından daha önemlidir.
Bu durumu sistemetik hale getiren Frederck Winslow Taylor isimli endüstri mühendisi. Verimlilik sağlamak adına ortaya attığı sistemin adı Taylorizm. Ona göre tuvalete gitmek için harcanan saniyeler bile hesaplanmalıdır. Taylorizm; bir işi yapmanın en kolay, en doğru ve en hızlı yolunu bulmaya çalışır. “Bilimsel Yöntemin İlkeleri” adında bir kitabı olan Taylor’un bu çalışması, halen evrensel ve bilimsel otorite olarak kabul edilir.
Çalışanın düşünme işinden muaf tutulması, makine ya da makine parçası haline gelmesi, yaptıkları işin insiyatifini alma hakkına sahip olmamaları, verilen işi belirli sürede yapmaya programlanmaları kölelere benzemelerine sebep olmaktadır.
Modern dünyanın en önemli karekteristiği her şeyi kontrol etme arzusudur. Bunların başında zaman gelir. Zamanın dakik bir şekilde hesaplanması iş hayatının da ötesine geçmiş, günlük hayatımıza da sirayet etmiştir. Artık herkesin yıllık, aylık, haftalık ve günlük programları vardır. Kuşkusuz insan hayatına düzen getiren programlardır bunlar. Ancak bu düzende, insan ne kadar belirleyicidir?
Verimliliğin temel gaye haline geldiği; bilimin, çalışanın bedeninden ve emeğinden alabildiğince faydalanmanın yollarını aradığı günümüz dünyasında insan giderek güçsüzleşmektedir. Çözümü yine kendi içinde arar bilim. Spora teşvik eder, doktorlar ve diyetisyenlere yönlendirir, beslenme önerileri sunar, multivitamin vb. kullanmayı teşvik eder.
Boş zamanlarda da azami yarar sağlanmalıdır. Daha sağlıklı bir üretim için insanlar bu zamanlarda kendilerini yenilemeli, üretim için enerji depolamalıdırlar! Bu çaba şimdi için değil sürekli gelecek içindir. Daha iyi bir ev, araba ve yaşam tarzıdır gelecek! Ebeveynler daha iyi çocuklar için her türlü fedakârlığı yaparlar! “Proje çocuklar”ından başarı dışında bir şey talep etmezler, onların başarısı için tüm zorluklara da göğüs gererler.
Boş zamanları da insan belirlemez. Boş zaman televizyon, sinema, turizmdir. Kişinin bu alanlarda da özekliği söz konusu değildir. Örneğin; yerli ortamda, yerel insanlarla diyalog kurmadan, kitle halinde gerçekleştirilen türistik geziler, rehberlerin anlattığı “sözde olaylara” indirgenir. Saflıkla tadı çıkarılan gerçek dünyadan yalıtılmış, otantik süsü verilmiş organizasyonlarla; çalışmanın, şehrin, karmaşa ve kâos stresinin atılması beklenir. Oysa yapay bir mutluluk ve haz duygusundur, insanı kaplayan.
Aslında çoğu turizm faaliyeti fotojenik olanın arayışıdır. Bu arayış biriktirilebilecek fotoğrafların elde edilmesidir. Fotoğraf adeta var olmanın kanıtıdır. Kişiler bu fotoğraflarda görünerek var olduklarını hisseder. Fotoğraflarının beğenilmesi ise varlıklarından sevinç duymalarının sebebi olur.
Bu çarpıklıklar üretim ve tüketime de yansır. Güzel, sağlam, kaliteli, dayanıklı ve işe yarar ürünlere yeterince değer verilmez. Kimse bir kazağı beş yıl giymek istemez, aynı ayakkabıyı yıllarca kullanmayı arzu etmez. Nesnelerin kullanım sürelerini, malzemelerin kullanım süreleri değil sahiplerinin onlardan bıkma süreleri belirler. Geçerli olan kalıcılık ve işe yarar olma değil, modadır. Evladiyelik sözünü şimdi hatırlayan kaç genç vardır acaba?
Üreticiler bunun farkında oldukları için uzun süre dayanacak kalitede bir ürünün maliyetini göze almaz, modası geçinceye kadar kullanılacak ürünlere odaklanırlar. Lafargue; üretilen malların dayanıksız olmasının bir üretim politikası olduğunu söyler. Devamla, bir zamanlar üretilen mallardan dolayı taş çağı, tunç çağı olarak anılan çağlardan esinle, bu zamana da kalpazanlar çağı adını verir.
Tüm bu olumsuzluklara rağmen teknoloji hayatımızda olmazsa olmaz durumda. Genel kanıya göre, teknoloji hayatımızı kolaylaştırır ve büyük dedelerimizden daha fazla şey satın almamıza yarar. Büyük dedelerimizden fazla şey satın almak insanı mutlu eder mi, bilmiyorum! Bununla birlikte bildiğim bir şey var. Dünyanın özellikle ekonomik olarak sıkıntılı pek çok yerinde insanlar bıktırıcı, tekdüze, monoton işlerde saatlerce büyük dedelerinden daha fazla şey satın alabilmek için değil yalnızca hayatta kalabilmek için çalışmaktalar.
Hatta Nermi Uygur’un “Çağdaş Ortamda Teknik” adlı eserinde anlattığı gibi; teknoloji ile hayatımızda değişen olgular sadece çalışmak değil… Çalışamamak da bu değişimlerden! Örneğin; sokak fenerlerini yakıp söndüren, bazen yakmayı bazen söndürmeyi unutan bir bekçiden bahseder, Uygur. Elektriğin mahalleye gelmesi ile artık bu bekçi gereksiz hale gelmiştir.
Bugün hâkim karşısına çıkmış bir kimse,“aslında senin suçsuz olduğunu biliyorum ancak kanunlar böyle diyor” cümlesine muhatap oluyorsa, “adalet dağıtma” makamını işgal eden bir kişiliğin bile ne kadar silikleştiğini görmemiz gerekiyor. Bu yüzden avukatlık, doktorluk, öğretmenlik gibi mesleklerin dahi robot ve bilgisayarlar ile yapılabileceğinin düşünülmesi kaygı verici olmalı.
Hastalanmayan, yorulmayan, ruh hali değişip durmayan, istikrarsız bir performans sergilemeyen, işine duygularını karıştırmayan, sigorta primi, kıdem tazminatı, fazla mesai falan istemeyen makineler gün geçtikçe insanlara tercih edilmekte. Bunun anlamı milyonlarca işsiz insan demektir.
Fromm, yaşanmamış bir hayata karşı tepki olarak, parçalayarak yok etme içgüdüsünün ortaya çıktığını söyler. Bu tepki bireyin hayat koşullarına karşı duyduğu çaresizliğin ve nefretin yansıması olarak kırıp dökme şeklinde kendini gösterir. İnsanlar anamlı ya da anlamsız bir takım faaliyetlerde bulunmak ister. İçlerindeki enerjiyi boşaltamadıklarında yıkıcı bir şiddet ortaya çıkabilir. Bu nedenle insanların çalışması yalnızca ekonomik değil aynı zamanda güvenlikle de ilgili bir meseledir. Ancak insan onuru, kişiliği yok sayılmadan. Rabbimiz çabamızı kavi, sözümüzü değerli kılsın. İşimizi de hayr eylesin…