Tek Şeytan Amerika mı?

MUSTAFA SİEL

“Büyük Şeytan Amerika” sloganı İran devriminin bir hatırası. Amerika deyince yavrusu İsrail’in de beraber anlaşılması gerekiyor tabii ve zaten böyle de anlaşılıyor. Aralarında bir ayrı– gayrı olmadığı açık.

Günümüzde halen en büyük süper gücün ve dolayısıyla büyük şeytanın Amerika olduğu açık. Fakat bunun hep böyle sürüp gitmeyeceği de kesin. Gerek Kur’an’daki peygamber gönderilip de helak edilen geçmiş şeytani süper güç konumundaki Ad, Semud vd. kavimlerle ilgili anlatımlardan, gerekse tarihi ve sosyolojik verilerden anlıyoruz bunu.

Yine, günümüzde tek şeytanın Amerika olmadığı da açık. Başta Amerika’nın, eski konumuna göre epeyce zayıflamış da olsa, gün geçtikçe yeniden güçlenen ve daha bir şeytanileşen en büyük rakibi Rusya; bu konuma aday Çin, yeni büyük güç olma iddiası ve çabasında olan Hindistan gibi ülkeler de, devlet bazındaki şeytanlar konumundalar hali hazırda. İleriki yıllarda bu devletlerden bir yada birkaçı Amerika’nın konumuna oturabilir ve büyük şeytan sıfatını kazanabilir.

Kaldı ki, bu devletler geçmişte ve günümüzde Müslümanlara ve mazlumlara haksızlık ve zulümde, Amerika ve İsrail’den hiç de geri kalmamaktadırlar. Zaten bu devletlerin de hali hazırda İsrail’le stratejik ortaklar konumunda ve içli dışlı oldukları da malum.

Öncelikle Rusya’yı ele alalım. Geçmişte yaptıklarını, Kafkasya ve Türki memleketlerdeki işgal ve zulümlerini bir yana bırakalım. Yakın tarihlerdeki Afganistan işgali ve zulmü ile Kafkasya'da halen devam etmekte olan  işgal gerçeği görmezden gelinecek bir durum mudur?

Çin’in bu yüzyıl içinde işgal ve ilhak ettiği, işgalle birlikte asimilasyon ve Çinlileştirme politikaları gereği büyük zulümler icra ettiği Doğu Türkistan’ın durumu ne olacak?

Hindistan’ın Pakistan’la ayrılma sürecinde işlediği Müslüman kıyımları ile halen milyonlarca Müslümanı azınlık statüsünde ikinci sınıf vatandaş konumunda korku içinde yaşatmasını, yine işgal altında tuttuğu Keşmir’deki zulümlerini nereye koyabiliriz?

Bu üç devlet, hali hazırdaki ikincil ve zayıf durumlarıyla dahi bu zulümleri işlemekte iken, ileride birincil ve güçlü devletler (süper güçler) haline gelirlerse, işleyecekleri zulümleri tahayyül etmek bile güçtür.

Ne var ki, Büyük Şeytan Amerika ile iflah olmaz bir düşmanlık politikası gütmekte olan ve kendisinin dünyada İslam’ın devlet bazında tek temsilcisi konumunda olduğunu iddia eden İran; yukarıda sayılan diğer şeytani güçlerle stratejik ortaklıklar kurmaktan hiç imtina etmemekte, yapmış oldukları ve yaptıkları haksızlık ve zulümleri görmezden gelmektedir.

İş Amerika’ya ve İsrail’e gelince aslan kesilen İran, bu devletlere gelince bir anda kediye dönmektedir. Eğer dostluk ve düşmanlıkta kriterler küfür, şirk ve zulümse, bu devletlerin tümünde fazlasıyla mevcuttur. Yok eğer kriterler İran’ın ulusal ve mezhebi menfaat ve planları ise, bu takdirde dünya Müslümanlarının ve mazlumlarının hamisi iddiasından vazgeçip, açık yüreklilikle dış politikalarındaki gerçek kriterlerini ilan etmelidir.

Filistin bizim için ne kadar değerliyse, Doğu Türkistan, Keşmir, Kafkasya ve diğer tüm İslam beldeleri de o kadar önemlidir. Elbette çok önemli bir İslam beldesini işgal etmiş ve oradan tüm İslami izleri silme ve kalıcı olma çabasında bir devlet olarak, İsrail ile yok oluncaya kadar uygun metodlarla mücadele etmek tüm Müslümanlar üzerine farzdır.

Lakin yukarıda sayılan ve başka İslam beldelerinde de kalıcı işgal ve İslam’ın izlerini silme realitesi mevcut olup, aynı hassasiyet kalıcı olarak işgal ve İslami izler silinme tehlikesinde olan tüm İslam beldeleri için de gösterilmelidir.

Ve hatta bu beldelerdeki tehlike, Amerika’nın Afganistan ve Irak gibi bazı İslam beldelerini işgal etmesinden daha büyüktür. Çünkü Amerika’nın bu işgalleri eninde sonunda sona erecek, kalıcı sonuçlar bırakmayacak işgallerken, İsrail ve diğer sayılan devletlerin işgali kalıcı ve tüm İslami izleri silmeye, bu beldeleri İslam beldeleri olmaktan çıkarmaya matuftur. Nitekim Balkanlardaki işgallerin neticesi, yüz yıl önce birer İslam beldesi olan nice yerler bu gün Hıristiyan yurdu haline dönüştürülmüştür. 

Bu çerçevede, Türkiye’nin de bu üç süper güç adayı ile ilişkilerinin de tıpkı İran gibi pragmatist olduğu ortadadır. Bizler İran’ın politikalarını eleştirdiğimiz gibi, Türkiye’nin politikalarını da açıkça eleştirmekteyiz ve eleştirmeliyiz.

Fakat şunu da dikkate almak gerekmektedir. İran kendisini evrensel bir İslam devleti ve Müslümanların hamisi konumunda görmekte ve ilan etmekte iken; Türkiye kendisini laik ve Türk milliyetçisi bir devlet olarak görmekte ve ilan etmektedir. Bu nedenle Türkiye’nin resmi politikasında işgal altındaki İslam beldeleri ve zulmedilen Müslümanların lehine dış politika yürütmesi zaten beklenemez.

İran’a bu konuda yapılan eleştireler karşısında İran ve sempatizanlarının, Türkiye’nin dış politikasındaki ulusal ve pragmatik uygulamaları öne sürerek, zaten rejimi ve politikalarındaki İslam’a aykırı uygulamaları reddeden ve eleştiren tevhidi Müslümanları eleştirmeleri ve töhmet altına almaya çalışmaları ahlaki bir tutum değildir.

Tevhidi Müslümanların her boyutta ve alanda tek değerlendirme kriteri, Kur’an ve nebevi sünnetten çıkartılan hak ve adalet ilkeleri olmalıdır.  Bu kriterler çerçevesinde, mevcut pragmatist politikaları nedeniyle İran’ı eleştirdikleri gibi, bulundukları memleketlerde mevcut İslam dışı rejimleri de eleştirmelidirler.

Her zaman hakkın ve haklının yanında, haksızın ve zulmün karşısında olmak temel şiarımız olmalıdır. “Zalim de olsa mazlum da, kardeşine yardım et” emrinde anlatıldığı üzere, bulunduğumuz memleketlerde ister İslami, isterse gayri İslami rejimler hakim olsun, İslam’a aykırı her türlü uygulamanın karşısında olmak, şahitlik vazifemizin bir gereğidir.

Bu noktada bir hususa daha değinmekte fayda vardır. Bizler devletler bazında yaptığımız eleştirilerde, rejim ve iktidarlarla halkları ayrı değerlendirmeliyiz. Çünkü, yukarıda sayılanlar dahil pek çok memlekette, rejimlerle halklar arasında uyuşmazlık olduğu gibi, iktidarların politikaları halklarının önemli bir kısmı tarafından tasvip edilmemektedir. Tasvip edenlerin büyük çoğunluğu da, yerel ve küresel medyanın ve egemen güçlerin manipülasyonlarıyla yönlendirilmektedirler.

Bu nedenle, eleştirilerimizi rejimler ve iktidarlar bazında yapmak, halkları ise vesayetleri altında yaşadıkları rejim ve iktidarlara karşı çıkmaya, hak ve adalete davet etmek daha ahlaki ve faydalı olacaktır. Geniş kitleleri karşımıza almak yerine, onları hak ve adalete davet etmek, bu halklara dayanan rejim ve iktidarlar üzerinde caydırıcı etki yapıp, haksızlık ve zulümlerin azalmasına zemin hazırlayabilir.

Bu çerçevede değerlendirecek olursak, bir İslam beldesini işgal etmiş İsrail devletiyle de, halkıyla da her hangi bir diyaloga girmemiz asla caiz ve söz konusu olamaz. Lakin, İsrail’i kayıtsız şartsız destekleyen Amerikan Devleti ve iktidarlarını gereğince eleştirirken, Amerikan halkını eleştirmekten ziyade, onlara İsrail gerçeğini anlatmaya çalışmak, bu konuda hak ve adalete davet etmek daha ahlaki ve gerçekçi bir tutum olacaktır.

Şunu da unutmamalıyız ki, hakkın tebliğ edilmesine tüm dünya halklarının hakkı vardır ve bizler istisnasız tüm halklara tebliği ulaştırmaya çalışmalıyız. Bunu yaparken de, hem hakkı tebliğ, hem de mevcut haksızlıklardan (zulüm ve tuğyanların) vazgeçilmesini istemeliyiz, bulunduğumuz memleketler dahil tüm güç odaklarından ve halklardan.

Nitekim, Kur’an’da kıssaları anlatılan tüm peygamberlerin bu şekilde tebliğ ve davette bulundukları açıktır. Mesela, Musa (as) bulunduğu dönemin büyük şeytanı ve süper gücü olan Firavun iktidarına, hem tevhidi tebliğ etmiş, hem de İsrailoğulları üzerindeki tuğyan ve zulümden vazgeçmesini istemiş, bu mücadelesini de Mısır halkından ziyade iktidar üzerine odaklanarak yapmıştır.