15 Temmuz muhteşem bir halk hareketiydi. Darbe püskürtüldü, işgal edilen sokaklar ve kamu binaları darbecilerden geri alındı ve tutuklamalar oldu.
Peki, darbe tehlikesi sona erdi mi?
Halkın seçilmiş meşru temsilcileri hala meydanları terk etmeme çağrısı yapıyorlarsa, tehlike sona ermemiş demektir. Olayların gelişimi ve yapılan açıklamalar da kuşkuları gidermek yerine, bize henüz kendimizi güven içinde hissetmememiz gerektiğini söylüyor.
Sorular ve soru işaretleri
İstihbarat zaafı önemli bir soru işareti. Askeri istihbaratın darbeden bir bilgisi yok. Genelkurmay kendi içindeki devasa darbe girişimini kalkışma gününe kadar öğrenemiyor. MİT ise ancak darbe günü, o da “askeri hareketlenmeye” bakarak Genelkurmay’ı uyarıyor.
Ama sorun, istihbarat zaafından ibaret de değil.
Genelkurmay, saat 16.00’da MİT tarafından uyarılmış olmasına rağmen saatler geçiyor, darbeciler harekete geçiyor ve tanklar sokağa çıkıyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan, olayı bir yakınından öğreniyor; öğrendiğinde ise Genelkurmay Başkanı’na ve MİT’e ulaşamıyor.
“İstihbarat alındıktan sonra Kuvvet Komutanlarının, özellikle de İstanbul’da bir düğünde derdest edilen Hava Kuvvetleri Komutanı Abidin Ünal’ın neden zamanında bilgilendirilmediğini” soruyor El Cezire haklı olarak. Abdülkadir Selvi de bazı komutanların pozisyonlarında “flu” noktalar olduğunu vurguluyor. Ama onlar sormasa da, köprüde canlar giderken, neden ordunun darbeye katılmadığını açıklayan unsurlarının zamanında müdahale etmediği veya edemediği soruluyor. Köprünün hemen aşağısındaki Birinci Ordu’nun neden müdahale etmediğini soruyordu o gece orada direnenlerden biri.
Bu ve benzeri sorular, istihbarat zaafından öte başka bazı soruları da beraberinde getiriyor.
Acaba ordu içindeki darbeciler Gülenist darbeci çeteden ibaret olmayabilir mi? Eğer öyleyse, bu durumda en az başka iki soru da gündeme geliyor demektir:
Birincisi, acaba ordunun içindeki birçok kişi, başkomutan olarak ülkenin Cumhurbaşkanı ve Başbakanı darbeye karşı direnme çağrısı yaptığında insanlar evlerinden koşarak yetişirken ve polisle halk işgal edilen yerleri o çeteden geri alırken onlar yetişemedikleri için mi zamanında müdahale etmemişlerdir? Yoksa “bekleyip görelim, bakalım kim kazanacak, ona göre tutum alırız” diyen bazı “demokratlar” gibi mi davranmışlardır?
Eğer ikincisiyse, bu en azından görevi ihmal veya emre itaatsizlik suçu olabilir. Bekleyip görmek için sessiz kalan o demokratlara “ilkesiz” der kınar geçersiniz, onların tutumu ahlakın konusudur, ama ötekilerinki hukukun. Elindeki silahla halkı korumak için orada olanların, saatler geçerken ve insanlar hayatını kaybederken neden ortada olmadıklarını açıklayabilmeleri gerekmektedir.
İkinci grup sorular bundan daha önemli. O da esas olarak olayın anlatımındaki ikna edici olmayan noktalara da işaret ederek, darbecilerin tek bir gruptan ibaret olmayabileceğine veya Türkiye’de darbe isteyen bazı “müttefik”lerin bir “B Planı”nın olabileceğine ilişkin kaygılara dayanıyor. “ABD Fethullahçılardan sonra Kemalist bir darbe deneyecek” şeklinde özetlenebilecek bir kaygı bu. Doğrusu 15 Temmuz’da az kalsın bir darbeye kurban gidecek bir ülkenin ferdi olarak, ABD’nin bu konudaki kirli sicilini de göz önüne aldığımda, bunu “komplo teorisi” olarak elimin tersiyle itemiyorum. Kastettiğim sadece bu ülkenin geçmişte Şili, İran ve Türkiye gibi ülkelerde sonradan ortaya çıkan veya bazılarını kendisinin de kabul ettiği rolünden ibaret değil; son olarak Mısır darbesinde görüldüğü gibi diktatörlerle “birlikte çalışma” konusundaki rahatlığı ile 15 Temmuz sonrası yaptığı ve adeta tarafları eşitleyen “itidal” çağrılarına yansıyan tutumunda da somutlaşıyor.
Kısacası, ister öyle olsun ister böyle, ben bir vatandaş olarak kendimi rahat hissedemiyorum. İnsanların can verdikleri o saatler boyunca yaşananlara ilişkin anlatılanlar beni tatmin etmiyor. O gece kaybettiğim arkadaşım Ahmet Özsoy, darbeyi fark edince darbecilerin Türksat’a girmelerini engellemek için kuruma gelip binanın önünü araçlarla kapatıp onlara direnirken, garnizonların önünde ve köprülerin başında 240 can giderken geçen zamanı düşünüyorum ve 16.00’da bildirilen hareketliliğe rağmen Hava Kuvvetleri Komutanının rehin alınıncaya kadar düğünde neden haberdar edilmediğinin mantıklı bir açıklamasını bekliyorum.
Ne yapmalı?
Eğer Gülenist Darbeci unsurlarından gelen tehdit tamamen sona ermiş değilse veya ordunun onlar dışındaki bazı unsurları da güven vermiyorsa, bu süreçte en büyük güvence halkın kendisi ise, onun bundan sonraki süreçte de ihtiyaç duyulduğunda direnme hakkını kullanmasını kolaylaştırıcı önlemler alınmalıdır.
15 Temmuz akşamından bu yana Türkiye toplumumun bütün çeşitliliğiyle sergilediği olağanüstü feraset ve direniş zemini üzerine, kuşatıcı bir siyasi ve dil perspektif inşa edilebilirse, ki bu esas olarak hükümetin sorumluluğudur, yarın darbeye karşı toplumsal mutabakat Kürtlere veya Alevilere yönelik saldırılarla provoke edilmek istendiğinde başarılı olamayacaktır. Bu yaklaşım sadece, önce provokasyon yapılacağı, ardından da “ülkenin birlik ve beraberliği” bahanesiyle başka bazı unsurların ABD tarafından harekete geçirilebileceği kaygılarını gidermek bakımından önemli değildir. Ondan da önce, kimi savaşarak kimi de ona karşı çıkmayarak toplumun bütün kesimlerinin sergilediği darbe karşıtı muhteşem sosyal mutabakatı, kuşatıcı bir demokratik siyasi söyleme dönüştürmenin ahlaki bir ödev olmasından dolayı önemlidir. Yarınki CHP mitingine Ak Parti’nin katılımı bu açıdan çok değerlidir ve bu perspektif geliştirilerek, Olağanüstü Hal sürecinde tüm siyasi partilerin bilgilendirilmesi, eleştirilerinin dikkate alınması ve bunu uygulamaya aktarmayı mümkün kılan ortak mekanizmaların oluşturulması yoluyla derinleştirilmelidir.
Bütün bu yaşananlar, ordunun demokratik hukuk devletleri model alınarak yeniden yapılandırılması konusunda kaybedecek zamanımız olmadığını göstermiş olmalıdır. Kısa vadede hükümet ve darbe karşıtı güçler dikkatli olmalı, bu süreçte darbecilerle mücadele ediyor görünen veya bugün için belki gerçekten öyle olan unsurlar dahil, kimseye mutlak güven duymamalıdır. Çünkü bu güven üzerinden yarın bir tehdidin gelebileceğini yaşananlar fazlasıyla göstermiş olmalıdır. Seksen milyon insanın kaderi, sadece ordunun içindeki sivil siyasete bağlı olan kuvvet komutanlarının doğru yerde durmalarına, darbenin erken haber alınmasına veya silahsız sivil insanların cansiperane fedakarlığına bağlanamaz.
Esasen en büyük güvence elbette halktır ama bunun öncesinde, onun kanını dökmesine gerek bırakmayacak hukuki ve siyasi yeniden inşa gerçekleştirilmiş olmalıdır.
Toplumun darbeye karşı sergilediği muhteşem direnişle birlikte tarih önümüze büyük bir fırsat sunmuştur. Bu fırsatı bütün çeşitliliğiyle toplumun her bireyinin kendisini içinde bulacağı yeni bir sivil sözleşme için zemin olarak kullanmak veya onu hoyratça harcamak mümkündür. Bu konudaki sorumluluk ise esas olarak hükümete ait olmakla birlikte tek başına onun sırtında da değildir. Realite insandan kopuk veya ondan bağımsız bir olgu değil, aynı zamanda bir inşadır ve siz onu nasıl içeriklendirirseniz o yöne evrilecektir. Dolayısıyla bu tarihsel kırılma anını kimse boşa harcamadan, onun özgürlük, adalet ve barış temelinde gelişmesi için çalışmalıdır.
Bu başarılmadıkça, bugün ve sonraki zamanlarda güvende olamayacağız. Tehlike de geçmiş olmayacak.
SERBESTİYET