Doğu’yu kar basmış.
Her yan bembeyaz.
Kış erken gelmiş bu yıl oralara.
İstanbul’da da inadına güneşli ve parlak bir sonbahar günü.
Sadece uçuk mavi gökyüzüne, küçük beyaz zeplinler gibi havada asılı duran bulutlara, uçlarından kızıllaşmaya başlamış yapraklara, şehrin ışıklı siluetine bakmak bile insanı neşelendirmeye yetebilir.
Şehrin kıpırtılı caddelerine inat, telaşsız bir yumuşaklıkla yayılan ılık aydınlığın içinden geçip gazeteye geldim.
Masamda bir tomar kâğıt duruyor.
Elif, üstlerine bir not iliştirmiş.
“Bugün postadan gelen tebligatlar.”
Tebligatları saydım.
Beş tane.
Beş yeni dava açmışlar.
Konuları nedir diye karıştırdım.
Üçü, Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu ile ilgili yazdığım yazılarla ilgili.
İkisi de Akyazı’nın AKP’li belediye başkanı ve kasabadaki mafyalaşmayla ilgili yazılmış yazılardan açılmış.
Eh, kravatımızı takıp gideceğiz.
Beni kravatlı görünce gazetedeki çocuklar biraz tedirgin oluyor, geçenlerde savcıya bir başka yazıyla ilgili olarak ifade vermeye gideceğim gün beni toplantıda kravatlı gören Ece, çok endişeli bir sesle, “ne oluyoruz” dedi.
Bizim gazetede birisinin kravat takması gerçekten de endişe verici bir durumdur.
Hele de yönetici kravat takmışsa.
Pelin, Ece’yi yatıştırdı, “geçer, geçer.”
Demek geçmemiş gene takacağım kravatımı.
Yargıyla ilgili eleştirilerden dolayı yargılanacağım.
Aslında, sistemin “yargı” kısmı, kravatın kendisinden bile ürkütücü çünkü sizi yargılayacak gücü eleştirdiğinizde o güç sizi yargılıyor.
Bu, yargıyı eleştiri dışında tutabilecek bir mekanizma.
Ve, bu ülkede yargının kesinlikle eleştiri dışında kalmaması lazım.
Hakkında yazı yazdığım Hâkim ve Savcılar Yüksek Kurulu, Ergenekon davasına bakan savcının değiştirilmesi için çok uğraşmış, günlerce Türkiye bu çabayı izlemişti.
Sonra o kuruldan bir yargıcın Ergenekon sanıklarından biriyle çekilmiş resmi yayınlanmıştı.
Biz, o yargıcın Adalet Bakanlığı’nda yüksek bir bürokratken yaptıklarından bazı örnekleri de çıkartmıştık.
Bu tebligatlar açıkça “yapma” diyor, “yargıyı eleştirme.”
İyi de 367 kararını veren bu yargı, darbeleri öven başsavcılar bu yargının içinden çıkıyor, Ergenekon soruşturmasına karşı direnenler yargının zirvelerine yerleşmiş.
Ne yapacağız?
Eleştirmeyecek miyiz?
“Devleti hukuktan daha önemli bulduğunu” söyleyen yargıçların sayısının azımsanmayacak sayılara ulaştığı bir ülkede, “devleti” savunan yargıçlara karşı “hukuku” kim savunacak?
Hele de devletin çeşitli suçlara bulaştığı bizzat “hukuk seven” yargıçlar tarafından söyleniyorsa.
Yargının içinde ciddi bir çekişme var.
Yargının bir kısmı “devleti korumak için hukuka boş vermek” gerektiğine inanıyor, bir kısmı da “devleti ancak hukukla koruyabileceğimizi” biliyor.
Türkiye için böylesine hayati bir konuda kenarda kalmak, sesini kesmek çok mümkün değil.
Sokaklarda vurulan insanlar, işkenceler, çeteler, darbe girişimleri, toprağa gömülen cephanelikler hep bu “hukuksuzluğun” ve “devleti hukuktan daha önemli bulmanın” sonuçları.
Devlet, hukuktan önemli olamaz.
Hangisi daha önemli diye bir kıyas bile olmaz.
Hukuk olmadığında devlet diye bir şey kalmaz çünkü.
Hukuk olmadığında, devlet çeteleşir.
Biz bunu Susurluk’ta da gördük, Ergenekon’da da.
Ama artık bunu fark eden hukukçular var ve onlar kendi meslektaşlarıyla da karşı karşıya kalıyorlar.
Kravatı takıp gideceğiz gene mahkemeye.
Gene “hukuksuz devlet olmaz” diye anlatacağız.
Hava bugünkü gibi güzel olursa mahkemeden çıkınca yürürüm biraz.
İstanbul’da sonbahar çok güzel.
Doğu’yu kar basmış, yollar kesilmiş.
Ece gene kravatı görünce endişelenirse Pelin onu yatıştırır, “geçer, geçer.”
Geçecek tabii.
Belki geçmesine bir katkımız olur diye arada bir biz de kravatımızı takacağız.
Pencereden bakıyorum, bulutlar öyle uçuyor.
TARAF