8 Ağustos akşamı kadınlar kalpten kalbe bir yol kurdu. Barış için Kadın Girişimi Koordinasyonu tarafından Hakkari'nin Berçelan Yaylası'nda gerçekleştirilen 'sıfır noktasında barış nöbeti'ne Türkiye'nin dört bir yanından ve çok farklı eğilimlerden gelen kadınlar katıldı.
Onlar zılgıtlarla şarkılarla barış ve kardeşlik sloganlarıyla yaylaya tırmanışlarını, eşsiz manzarayla nasıl büyülendiklerini yurdumuzun en uç köşesinden telefonla bizlere aktarırken eşzamanlı olarak Taksim Meydanı'na da rengarenk kadınlar gelip battaniyelerini yere sermeye başlamışlardı nöbet için.
Kadınlar barış istiyor. Jin jiyan azadi. Geceyi sohbet ve halaylarla geçiren, sabahın erken saatlerinde güneşin doğuşunu hep birlikte izleyen kadınlar adına basın açıklamasını okuyan sevgili arkadaşım Prof. Büşra Ersanlı'nın söylediklerini yürekten paylaşmamak imkânsız.
Şiddet dolu yıllar boyunca yaşadıklarımızı, bu yaşanmışlıklara dair tanıklıklarımızı, duygularımızı paylaşmak, birbirimizin yüreğine dokunmak, birbirimizin halinden anlamak için Berçelan'dayız diyordu. Aynı gün içinde asker anneleri ve çocuklarını dağda kaybeden anneler Diyarbakır'da birlikte basın toplantısı yaptılar. Burada en değerli şey, birbirimizin halinden anlamak ve işte bu elinde şiddetten başka seçenek bulunmayanların anlamayı reddettikleri şey.
Taksim'de kimi başı tülbentli kimi başı açık kadınların 'Sarı Gelin'den 'Burçak Yaylası'na 'Yüksek Yüksek Tepelere Ev Kurmasınlar'dan 'Ez Keçim Keça'ya (ben bir Kürt kızıyım, buraların yıldızıyım şarkısı) değin birçok türküyü birlikte söylemesi, eline mikrofonu alan kadınların içlerinden geldiği gibi konuşmaları tam bir Anadolu ailesi atmosferiydi. Taksim Meydanı'nın en güzel saatlerinden biriydi. Bazı kadınlar yatsı ezanıyla beraber oturdukları yerden namaza durmuştu. Ezan okunurken şarkıyı kesmeyen kızlarını uyarmaya çalıştılar. Kuşaklar arasındaki farkları ve daha birçok sosyolojik olguyu gözlemlemek mümkündü. Mikrofon uzatıldığında Kürtçe konuşmaya çalışıp da konuşamayan bir Kürt kızının üzüntüsünü anlamak lazım. Ben gecenin üçüne doğru meydandan ayrılırken hiçbir yorgunluk emaresi yoktu kadınlarda. Ne uğruna bu kadar kan döküldüğünü, bu atmosferin bizden neden çalınmak istendiğini, huzurun neden yıllardır esirgendiğini tam olarak hiç kimsenin anlayamadığını düşündüm. Aslında meydandaki hiç kimse ezberimizdeki yerlere ait değildi. Himaye adı altında acımasız güçler savaşının kurbanıydı insanlar. Oğullarını kaybetmiş birkaç anne tülbentlerini yere çalarak "yeter artık" dediklerinde ürperdi herkes. Meydanda gerillayı öven sloganlar söyleyen birkaç genç kızın ne kadar rahatsızlık verdiğini söylemek zorundayım. Uyarıldılar doğal olarak. Çünkü bütün kadınlar şiddetten uzaklaşmak için toplanmıştı ve ortak platformların bir adabı olmalıydı. Böyle münferit olaylar yüzünden insanlığımızı yücelten çalışmaları, çabaları mahkûm etmek, emeğini, mesaisini, aklını ve kalbini koyan kadınlara minnet duymamak söz konusu olamaz. İyilik için verecek bir saniyelik enerjisi olmayan insanlar bu insanî buluşmaları yaftalamak ya da küçümsemekle meşguldü. Gittin de ne oldu, sana ne faydası var, bu çabaların kimin işine yaradığını biliyor musun, bu işlerde bir oyun var sizi kullanıyorlar diyerek sürekli gözdağı verenlerin elinde şiddetten, kendini tarif etmek, halini anlatmak isteyen herkesi türlü çeşit şiddetle bastırmaktan ya da bunu yapanlara zımnen destek vermekten başka bir önerileri yok.
Dindar insanlara sağcılık, asimilasyoncu milliyetçilik statükoculuk ile vicdan arasında asılı kalmak yerine kararlılıkla Kur'an'ın öngördüğü adalet ve hakkaniyetin yanında yerini almak yakışır. Sonuçta herkes kendine yakışanı yapar. DTP'li kimi vekillerin Kemalizm'i Kürt ulusalcılığı üzerinden yeniden üreten söylemleri, anayasa çalışmaları sırasında celladına âşık olan insanların psikolojisiyle dindar insanlara karşı laikçi ve Kemalist kesimleri birlikte hareket etmeye çağıran, başkaları için olunca baskıları onaylayan yaklaşımlarını titizlikle gözden geçirmeleri gerekmekte bu meydana bakarak.
Açıkça görülüyor ki partilerin tabanı diye esaret benzeri sabiteler yok. Hepimizin bir iyilik salgını başlatacak hesapsız kitapsız insanlara, ezberleri bozan açılımlara ihtiyacımız var.
Sevgili arkadaşım Dilek Yeşilbaş, bugünlerde Hakkari'de fırtınalar estiriyor. Hiç kimsenin gitmek istemediği şehre psikiyatrist doktor olarak atandığında uçarak gitti. Telefonda hatırını sormak için konuştuğumda sesi heyecan doluydu. Gündüzleri hastanede çalışıyor, mesaiden arta kalan zamanlarında ise bin bir çeşit proje geliştiriyor. Gider gitmez Baran Yetenek Avcıları derneğini kurmuş. Derneğin ilk icraatı 26 yıl aradan sonra şehri bir sinemaya kavuşturmak olmuş. Hakkari'nin her yıl üniversiteye en az öğrenci gönderen il olmasıyla ilgili makus talihini kırmak için kolları sıvamış sonra. Başka illerden ricası üzerine gelen gönüllü öğretmenlerle öğrencilerin doğru tercihleri yapıp üniversitelerde iyi yerlere yerleşmeleri için çabalamışlar. Yoldan geçen araçların, trenlerin camlarına taş atan çocuklardan bir futbol takımı kurmuşlar. 'Formalar ısmarlandı' diyordu heyecanla. Hakkari'nin beyaz meleği demeye başladıklarını okudum bir küçücük haberde. Böyle haberler küçücük oluyor genelde. Bıkıp usanmadan bütün kurumlara gidip destek talep etmesi, tenis kortu ve benzeri tesisler için, gençler daha iyi koşullarda yaşasınlar diye canhıraş mücadele edişini dinlerken işte bu diyordum içimden.
'Çocuklar nasıl yürekten bağlanıyor, ne asil, ne kadar hatırşinas ve vefalılar, sevgisizlik, adam yerine koymama, güvensizlik bizi bugünlere getirdi.' diyor doktor hanım. Yoksulluk, yoksunluk ve yok sayılmaktan daha büyük şiddet var mı?
Tülbentini yere atan kadınlar ve doktor Dilek bana Bertolt Brecht'in bir öyküsünü hatırlattı. Augsburg Tebeşir Dairesi adlı öyküde hâkim karşısına çıkan iki kadın da yedi yaşlarındaki bir erkek çocuğunun kendisine ait olduğunu ileri sürmektedir. İddiaları dikkatle dinleyip işin içinden çıkamayan hâkim, mahkeme salonunun ortasına tebeşirle bir daire çizdirdi ve iki kadını ve çocuğu içine çağırdı: 'Her biriniz çocuğun bir elinden tutun, ben 'Haydi!' deyince dairenin dışına çekmeye çalışın. Hanginizin sevgisi daha güçlüyse daha büyük güçle çekecek ve çocuk onun olacak.' Kadınlardan biri afallayıp zarar verme endişesiyle öylece kalırken öteki hızla çekip çıkarmıştı bile. Hikâyenin en can alıcı yeri ise hâkimin çocuğu tutup çekmeye kıyamayan kadına vermesi, onun ise beklendiği gibi öz anne olmayıp, onu büyüten kadın olmasıydı.
Bizim durumumuzda da mesele hayli karmaşık. Dairenin içindeki Türk ve Kürt gençlerinin sahibi olduklarını iddia edenleri göreceğiz bugünlerde. Kimdir onların annesi? Kim parçalanmaları pahasına paylaşmaktan yana?
ZAMAN