Ağustos güneşinin altında, bembeyaz açıklıktaki siyah yapının karşısındayım. Gözlerimi mihenk taşına dikmiş, darmadağın düşüncelerle, köşedeki siyah işaret taşını inceliyorum. Bana verdiği güven önyargıları mı yoksa insanların bu derece teveccühü mü? Beklide değişen tüm diğerlerine karşı, İbrahim den kalmasıdır. Neden sonra Parmağa değil de işaret ettiği istikamete bakıp yola koyuluyorum, İbrahimi geleneği onaylayan Rabbin adı ile.
Yolun daha başında, yanımdaki farklı insanlar dikkatimi çekiyor. İçimden bir ses “Bırak çevreyi, nefsinle baş başa kal” derken, diğeri “Yaşadığın hiçbir şey, hayattan farklı değil” diyor. Belki de bir zaafım olan rasyonel düşünce yüzünden ikinciyi seçiyorum. İnsan olmanın beşerden farklı olan, merak ve çevrenin farkında olmak olduğu bilgisi ile kendimi rahatlatıyorum.
Açık olan sağ omuzum çevremdekilerden bir hayli beyaz. İbrahim’de muhtemelen beyazdı, bu farklı çevrede acaba ne hissetmişti? Onca farklı renge rağmen, kalabalığın aynı olan ihramlarına takılıyor gözlerim.
Köşeyi dönerken önümdeki Afrikalıyı takip ettim, Hacer’in de Afrikalı olduğunu düşünerek. Kendimi bir Afrikalı gibi düşünerek, rahat, ritmik ve sakin yürümeye başladım. Beyazlar biraz kasıntı yürüyor galiba!
İkinci köşede bir Asyalı olmayı denedim. Atalarım ne İbrahim gibiydi ne de Muhammed gibi, hatta o dönemde hiçbiri buralarda değildi. Buna rağmen kendimi yabancı hissetmedim, bu ev benim evim. Birinci şavt/tur bittiğinde dersimi aldım. Kimi doğuya, kimi batıya, güneye ya da kuzeye, tüm renkler aynı yöneydi aslında ve aynı mesafede. Biz, hepimiz, Âdem’in, İbrahim’in, Muhammed’in ailesiyiz şimdi. Bunun, sadece Zalimler dışarısında kalacak.
İkinci tur; İlkokul yıllarıma dönüyorum. Köyümüzde, dedemin tarlasında, aynı ağustos güneşinin altında, hasat zamanındayım. Dövenin üstünde oturmuş, aynı böyle dönüyoruz. Biz ekmiştik tarlayı, gözetmiştik, şimdi de hasat zamanı, bizim di ürünümüz yani! Kuruyup çatlamış toprağı hayal ediyorum, bu tarla bizden önce de vardı bizden sonra da olacak. Ne Güneş bizim di, ne de yağan yağmur. Evet, evet bizim değil bu mahsul, sadece topluyorduk.
Sonra yayladayız, hayvanları otlatırken, Habil’in mesleği diye geçiriyorum içimden. İri siyah gözlü koç’u hatırlamaya çalışıyorum. Kurban bayramında kesmiştik, burasının, kurbanlıkların geldiği ev olduğunu hatırlıyorum bir an. Bir canlıyı nasıl keserdik, karnımızı doyurmak için mi? Kesmelerini hiç istememiştim o zamanlar. Sonra “Bismillah” deyişi aklıma geldi kasabımızın, evet bu kelime olmasaydı, etyemezdim şimdi belki de!
Yeni bir köşeyi döndüğümde, bir kayıktayım, ağları çekiyorum. Yanımdaki Hintli ile göz göze geldik, gülümsedi bana, sonra ağlara o da asıldı sanki. Amellerimizi çekiyorduk sanki aynı kelime ile “Vira Bismillah”.
Rüknü Yemani’yi geçtiğimizde ayaklarımda bir yorgunluk, zeminden gelen hafif yanma hissediyorum. Bu sefer bir zanaatkâr olmalıydım, köseleyi kesip ayağıma uydurmaya çalışıyorum. Takva gibi bir şey, ayakları koruyan, yere sağlam basmamı sağlayan bir şey. Mihenk taşı uyarıyor beni yine “Rızkını kazanan her nefis, onun adını anmalı” diye.
Üçüncü tur; Ayaklarımı boş veriyorum! Şimdi kötürüm birisi gibi hissediyorum kendimi. Biraz zor olacak ama aynı yolu kat ediyoruz ne fark eder ki! Sesler kayboluyor, kendimi böylesine dinlerken, artık sağır gibiyim. Duymak için gerek var mı, zaten en güzel sözler yazıya dökülmüş değil mi? Bazıları örtünün üstünden ışıldıyor hafiften, kulakları olup ta duymayanlardan söz ediyor. Son köşeyi dönerken, gözlere de gerek kalmıyor, kalabalığın akışı götürüyor insanı. Sahip olduğum her şey gibi, duyularım da emanet değil mi? Artık İhram kefen olmuş, kalabalık bir ceset götürüyor, o giden ben değilim. Duyumsamak da yok, sanki Sur’a üflenecek birazdan.
Toplam yedi mi, sekiz mi? Gerisini sayamadım. Makamı İbrahim’de kıyamdayım şu an.
Kıvırcık saçlı bir genç koşuyor yanımdan ya da öyle hayal ediyorum. Ebu Kubeys tepesinden taş taşıyor babasına. Bir elindeki taşa bakıyorum, bir de almadığı taşı tepedeki. Almadığını, asırlar sonra başkası alıp put yapacak kendine. Ne farkları var aralarında diye gözlerken, İbrahim taşı değil, yüreğini koyuyor duvara, taştan putu kırarken! Taşlar taş değil, sanki en öndeki saf oluyorlar. Bize örnek, bünyan-ı mersus/sımsıkı kenetlenmiş olarak. Artık duvar yok ve Beyt bizi içine alıyor.
Kendime soruyorum “Putlarını kırdın mı?”, ilkokul yıllarımı hatırlıyorum, okulun bahçesinde, gölgesinde misket oynuyoruz. Bize çok da sevdirmişlerdi o zamanlar. Yıllar sonra şehrin meydanında üç arkadaş, Güneş batmaya yakın, gölgesi kendinin üç katı uzun heykele arkamızı dönmüş yürüyoruz. Bir adımımı daha uzun atıp, gölgeyi çiğneyerek geçiyorum alanı. Şimdi nefsimde binlerce gölge, hepsini çiğnemem/kırmam lazım, bu gücü kendimde hissediyorum. Ya dışarıdakiler; meydanlara, vitrinlere ve hatta dağa taşa kazınmışlar? Siz! satırları takip eden gözler…
Tavafını bitirmiş İbrahim; şahitliğini yapıyor; “Rabbim, bütün putlarımı kırdım”
Muhammed hemen yanında; “Rabbim, kitabını insanlara ilettim”
Her an bitebilecek tavaf, devam ediyor hayatla birlikte ve biz topluyoruz sözcükleri, şahitliğimizi yapmak için…