Taşra, siyaset ve kültür

Süleyman Seyfi Öğün

Taşra kavramı Osmanlı'da siyasetin merkezi olan İstanbul'un dışındaki mülk alanlarını ve onların siyaset-dışılığını tanımlamakta kullanılırdı.

Bu öncelikle siyasal ve idari bir ölçüt üzerinden gelişen bir ayırımdır. Üretim düzeyinde ise taşra, merkezin iaşesini sağlamakla mükellef olan; ağırlıklı olarak ziraat, kısmen de zanaatkârlık ve ondan da az olmak üzere ticaret ile iştigal eden, içine binlerce çiftliği, köyü ve irili ufaklı çok sayıda kasabayı ve şehirleri alan bir yapılanmadır.

Modernleşme merkez ile taşranın ilişkisini bir siyasal-ekonomik disiplin üzerinden kurma iddiasıdır. Bu disiplin sermaye birikimi tarihiyle alakalıdır. Sermaye birikimi tarihi düşünüldüğünde "merkez" artık sadece bir siyasal-idari merkez değildir. Modern kapitalist dünyada merkez sermaye birikimini odağına almış bir mekân yapılanmasıdır ve bu etkinliği itibarıyla çevre ya da taşrayı içine çeken bir anafor gibidir. Eski dünyada taşra, siyaseten merkeze bağımlı iken, üretim ve tüketim ekseninde tam tersine, merkez taşraya bağımlıdır. Modern dünyada ise merkezler sermaye birikimi üzerinden tezahür eden çekim alanları olarak taşrayı kendisine bağımlı kılmaktadır. Merkezlerin siyasal ve idari güçleri de bu birikim üzerinden anlamlı olabilmektedir.

Modernleşme tarihi itibarıyla merkez-taşra ilişkileri elbette ki her yerde şu ya da bu derecede gerilimli ve sorunludur. Ama Türkiye'de bu gerilimler ve sorunlar pek çok yerde olduğundan daha ağırdır. Bunun izi yine sermaye birikimi tarihimiz etrafındaki formasyonlarda sürülmelidir.

Türkiye'de sermaye birikimi tarihi üzerine yapılan çalışmalar, bu sürecin köklerinin İttihat ve Terakki Partisi dönemine kadar geri çekilebileceğini düşündürtüyor. Bilindiği gibi İ.T, bir milli burjuvazi oluşturma konusunda kararlıydı. Bu kararlılık Cumhuriyet'in kurucu kadrolarında da takip edilebilir. Ne var ki savaş ve buhran gibi olağanüstü koşullarda başlatılan bu girişimler olgunlaşabilmiş değildir.

Bu durumun iki önemli sonucu olmuştur. İlki yeni merkez (Ankara) ile taşra (Anadolu) arasındaki ilişkiler siyasal-idari vasatlarda kalmıştır. Daha önemlisi bu vasatların sürmesinin zaman içinde merkezi idari-siyasal yapıların bir "tarihsel blok" olarak pekişmesine yol açtığını düşünüyorum. Dolayısıyla "kararlı" bir tonda gelişen milli

bir burjuvazi yaratmak ve Türkiye'de sermaye birikimini başarmak gibi bir idealin sözcülüğünü yapsalar

da, siyasal seçkinlerin olağanüstü şartların gereklerine yaslanarak bir noktadan sonra, zaten çok da inanarak savunmuş olduklarını düşünmediğim bu ideallerini terk etmiş oldukları söylenebilir. Devletçilik olarak resmedilen bir siyasal-ekonomi kültürü, sermaye birikimi olacaksa, bu birikimin öznesinin (sahibinin) ancak siyasal seçkinlerin olabileceği iddiasını ifade ediyor.

Devletçiliğin ürettiği ekonomik değer birikimi sözü edilen olağanüstü dönemlerde sınırlı kalmıştır. Bu sınırlılık taşra üzerinde uygulanan kültürel bir bastırma ile telafi edilmeye çalışılmıştır. Bu da bizi sorunun ikinci cephesiyle yani kültürel meselelerle yüzleştiriyor. Cumhuriyet'in kurucu kadrolarında "çağdaşlaşmak" gibi estetize edilen kültür politikaları bir noktadan sonra içeriğini kaybedecek, nihayetinde en büyük işveren, yatırımcı olarak devletin hegemonyasını tesis etmeye matuf girişimlerini ifade edecektir. Taşra bu tasarımın içinde potansiyel emeği karşılar. Bu emek, istihdam edileceği ana kadar

mahallinde tutulması gereken bir nüfustur. Köylücülük ve yavan bir halkçılık bu yerinde tutmayı temellendiren ideolojik araçlardır. Halk Evleri ve Köy Enstitüleri ise taşradaki potansiyel emeği hegemonik anlamda yoğurmayı amaçlayan girişimlerdir.

1950'li yıllar Türkiye'de sermaye birikiminin etkilerinin kendisini hissettirdiği yıllardır. 1950-1960 arasındaki haliyle sürecin taşrada bir ferahlama ve üretim artışı sağladığı biliniyor. Bu dönemde taşrada köylerle kasabaları birbirine eklemleyen bir piyasa oluşumunu da sağladığı iktisat tarihi çalışmalarında zikredilir. Siyaseten çok partili hayat, devletçiliğin empoze ettiği kültürel baskıların hafiflemesine yol açmıştır. Ama aynı süreç yavaş yavaş zirai yapıları çözmekte, imalat sektörlerinde canlanma yaratan, İstanbul başta olmak üzere Batı'ya hem bir sermaye akışını sağlamakta hem de işgücü hareketi olarak göçü başlatmaktadır.

1960-1980 arası dönem ise, taşrada göreli bir canlanma ve çözülme yaratan bu dinamiklere devletin yeniden vaziyet etmesini anlatır. Özellikle 1960 darbesi sonrası uygulanan devletçilik, en büyük işveren olarak devletin rolünün ve etkinliğinin artmasını ifade eder. Keynesyen dünyanın rüzgârları da bu süreci desteklemiştir. Bu dönemde sermaye birikimi de lümpenleşmiş ve devlet korumaları temelinde iç piyasaya dönük cılız bir üretim üzerinden var olma kolaycılığı ile yetinmiştir. Taşraya gelince, basit bir acentecilik ağı üzerinden bu pısırık sermaye birikimine eklemlenmektedir. Taşra hayatının genel nitelikleri ise sürmektedir. 1960-1980 arasında taşra, siyaseten, "Kırat" odağında bir merkez yasal-sağ hüviyetini kazanmıştır. Ama bu taşra siyasetlerinin, hâkim siyasal değerlerin göreli olarak dinselleştirilmesi karşılığında alabildiğine devletçi olduğu, devlet korumasını merkeze aldığı unutulmamalıdır. Öte yandan Soğuk Savaş'ın etkileriyle birlikte ideolojik bir keskinlik kazanan bu siyasal oluşumun kötü bir sicil sahibi olduğu, özellikle de bunalımlı 1970'ler itibarıyla aşırılaşarak M.S.P ve M.H.P çizgisinde çatışmalara dahil olduğu unutulmamalıdır.

1950-1980 arası sermaye birikiminin ağırlıklı olarak Marmara ve Ege bölgeleriyle sınırlı kaldığını görüyoruz. Marmara Bölgesi'nde İstanbul ve onun hinterlandındaki İzmit ve Bursa; Ege'de ise İzmir bu birikimin merkezini oluşturuyordu. Bu kabaca bir Batı Türkiye sermayesiydi.

Türkiye'de siyasal-idari modernleşmenin bir ilginç yönü, merkezin İstanbul'dan alınması ve Ankara'ya taşınmasıydı. Oysa ekonomik dinamik ters işlemiş, yine İstanbul merkeze oturmuştur. Bu manada fiili bir bölünme mevcuttur. Yakın tarihimiz itibarıyla Ankara Cumhuriyet'in siyasal-idari merkezi iken, İstanbul ekonomik merkezi haline gelmiştir. Bu tarz bir bölünmenin rasyonel bir işbölümünün prensipleriyle de açıklanması düşünülebilir. Ama bizdeki bölünme biraz farklı işlemiştir. İstanbul-Ankara düalizmi bir kültürel bölünmenin ve gerilimin ifadesidir. Cumhuriyet'in kurucuları oluşturmak istedikleri yeni kültürü İstanbul'un tarihsel ağırlığından arındırmak istiyordu. İstanbul bir imparatorluk merkezi ve kültürü olarak, Ankara'yı mesken tutan kurucu kadrolar için "çürümüşlüğün", "yozluğun" merkezi olarak görülüyordu. İstanbul, Cumhuriyet tarihinin ilk on yılları itibarıyla kültürel anlamda, terk edilmiş ve lanetlenmiş bir şehirdi. Dolayısıyla, İstanbul merkezli bir

sermaye birikimi Ankara'nın uzaktan seyrettiği biraz da böyle olmasına için için sevindiğini düşündüğüm bir durumdu. Çünkü bu birikim İstanbul'u merkez kılıyor ama o ölçüde de onun derin tarihsel-kültürel birikimini tahrip ediyordu. İstanbul'un ekonomik canlanması, ağırlıklı olarak İstanbul'un imparatorluktan bakiye kalan yerlileri ma'rifetiyle ya da İstanbul'un bir sermaye birikimi üzerinden değil ve fakat Anadolu'da çözülen tarımsal yapıların bu şehre yığmaya başladığı taşra kökenli nüfuslardan çıkan girişimci çevrelerin eseriydi.

1980 sonrası Yeni-Kapitalizm'in etkileriyle şekillenen sermaye hareketlerinin sermaye-içi bir bölünme yarattığı artık çok açık bir şekilde görülüyor. Bu bölünme teknik ekonomi açısından finans sermaye ile reel sermaye arasındaki bölünmedir. 1980-2000 arası baskın olan ilkidir. Yerleşik İstanbul sermayesi tercihlerini, tüketimi pazarlamaya matuf işkollarına yerleşme ve daha beteri "para-para" ilişkisinden doğan lümpen bir rant elde etme güdüsüne göre şekillendirmiştir. Taşradaki oluşum ise bambaşkadır. KOBİ'ler temelinde başlayan bir ekonomik etkinlik üzerinden, tarihsel ataletini üzerinden atan taşra tercihini reel ekonomi odağında yapmıştır. 1990'larda ve 2000'lerin başında yaşanan krizler denetim ve disiplin dışı işleyen finans merkezlerinin çöküşüne yol açtı. Türkiye bu noktada çok akıllıca bir tercihte bulundu ve finansal sermayeyi disipline eden kararlar verildi. Bu durum taşra sermayesinin dinamiklerine olumlu bir etkide bulundu ve taşra son on beş yıl içinde şaşırtıcı bir ekonomik etkinlik kazandı. Bunun sonucu, taşranın üretim ve tüketimdeki patlamasıdır. Sürecin siyasetteki ağırlığı ise Adalet ve Kalkınma Partisi olmuştur. Bu dönüşümü lümpen sermayenin ve devletçi seçkinlerin sindirmesi mümkün değildir. 28 Şubat ve benzeri refleksler bu sindirememe durumunu anlatmaktadır. Ama sürecin geriye çevrilebilecek bir tarafı yok.

Türkiye'de taşra artık o eski taşra değil. Bu aşağıdan yukarıya doğru gelişen ve dünyalılaşan bir sermaye birikiminin eseridir ve kendi tarihsel tecrübesi içinde kendisi de dönüşmektedir. Yeni taşralı kuşaklar teknolojiye, değişime, tüketime korkarak bakan, her sıkıştığında hamisi devleti çağıran, kanlı pazarlarda "komünist" avlamaya çıkan babalarından farklı olarak "demokrasi"yi öğrenmekte ve sindirmektedir. Bu sürecin siyaseten nereye kadar gideceğini ve nerede gerçekten muhafazakarlaşacağını şimdiden kestirmek çok zor. Kültürel açıdan ortada ciddi sıkıntılar ve kıvamsızlıklar olduğunu bizzat bu oluşumun içinde yer alan aklı başında insanlar da görüyor. Taşranın zenginleşmesi ve etkinleşmesi, siyaseten rüştünü ispat etmesi, yerleşik ayrıcalıkları ve lümpenliği tasfiye etmesi çok önemli. Ama yeterli değil. Taşranın, bu memleketin gerçek sahibi ve efendisi olarak kültürel anlamda kendisini seçkinleştirmesi, kıvama ermiş bir "Stanpoli"leşmeyle mümkün olacaktır.

ZAMAN