Taşeron terörünü muhalefet bilmek...
Ceren Kenar/ Türkiye
1980 darbesi ile karanlığa gömülen Türkiye, 1980 öncesinin hastalıklarını halı altına süpürecekti. Keyfi ve ceberrut uygulamalarla birçok masuma zulmeden darbe rejimi hastalıklı bir geleneği de mağduriyette donduracak, özeleştiriye kapatacak ve ideolojik mühimmatla besleyecekti.
1970'lerde doruğa çıkan “devrimci şiddet” Türkiye solu için sorgulanmayan bir tabu olarak kalacak, ceberrut devlete karşı direnen idealist ve masum gençler romantizmi nesilleri zehirleyecekti.
Bu örgütlere en büyük destek üniversitelerden gelecekti. Türkiye'de sol örgütlerin temel stratejisi şu genel şema üzerinden şekillenecekti: Yeni üyelerin bulunması ve eğitilmesi, insanların psikolojik harp ve propaganda ile siyasileştirilmesi, silahlı propagandaya geçilmesi ve çatışma ve direniş için bir proleter partinin kurulması, köylü ve işçilerin katılımını teşvik etmek için ekonomik, siyasi ve sosyal krizlerin oluşturulması. Bir iç savaş ortamı oluşturmak amaçtı. Bu iç savaşta proleterya partisi muzaffer çıkacak ve Türkiye'de sosyalist devrim mümkün olacaktı.
İktidara gelmenin yolunu iç savaş olarak gören bir gelenek... Ne kadar ilerici, demokrat ve şanlı, değil mi?
İşte dün korkunç bir saldırı ile yeniden gündeme gelen DHKP/C böyle bir iklimde doğdu.
Kökeni 1978 yılında kurulan Dev-Sol olan DHKP/C bugün kullandığı ismi 1994 yılında aldı. DHKP/C kısaltmasının p'si siyasi birim olan Parti'yi, c'si ise silahlı birim olan Cephe'yi temsil ediyor. Siyaset ve şiddetin, parti ile silahın nasıl bir kelimede tereddüt oluşturmadan birleşebildiğinin sarih bir göstergesi olsa gerek bu kısaltmanın bizzat kendisi.
Kurulduğunda askeri hedeflerle “mücadele” edeceğini açıklayan DHKP/C, Türk ve yabancı saldırılar düzenledi. Bu saldırılar askeri hedef ve sivilleri ayırt etmeyecek, arkasında binlerce gözü yaşlı insan bırakacaktı.
Örgütün eylemlerinin kağıt üzerinde amacı Türkiye Cumhuriyetini yıkmak, Türkiye'den NATO ve ABD etkisini silmek ve sosyalist devrim yapmak. Fakat bu eylemlerin çoğunun nedeni sadece ve sadece taşeronluktu.
Eski Türkiye'nin karanlık ilişkilerinden beslenen DHKP/C'nin bölgesel istihbarat örgütleri ile teşrik-i mesaisi sır değildi. Örgütün ana merkezinin Suriye'de Lazkiye'ye bağlı Ras el Basit'te bulunan bir kamp binası olduğu iddia ediliyor. Örgütün yakalanan militanları Suriye'de eğitim aldıklarını kabul ediyor. Örgütün Suriye'den maddi destek aldığına yönelik iddialar, bundan önce Türk basınında çokça dile getirildi.
Suriye krizi ile DHKP/C'nin eylemlerinde ve görünürlülüğünde ciddi bir artış var. Kendi ülkesindeki mezhep çatışmasının fitilini Türkiye'ye bulaştırmak, Esad rejiminin yönetim biçimine epey yakışan ve uygun bir taktik gibi görünüyor.
Türkiye değerli bir vatandaşını, iyi bir aile babasını ve başarılı bir savcısını, Mehmet Selim Kiraz'ı kaybetti... Korkunç olduğu kadar anlamsız bir şiddet, bir istihbarat örgütünün kirli gündemine hizmet ediyor ve geride sadece ve sadece tamiri olmayacak acılar bırakıyor.
Böylesi bir günde, bu şiddetle arasına mesafe koymayan, bu gözü dönmüşlüğü normalleştirmeye kalkışan, bu acıya saygı duymayan herkes kaybeder. Ahlaken kaybeder, vicdanen kaybeder, siyaseten kaybeder.
Teröre verilecek tepki evrenseldir.
Fransa'da Charlie Hebdo saldırısı sonrası Fransa'daki siyasi parti temsilcileri Kouachi kardeşlerin ailelerine başsağlığı dilemiş miydi?
Nasıl oluyor da bu ülkede muhalefet bunu yapabiliyor? Skandal açıklamalar ile, terör ile arasına mesafe almıyor, şiddeti neredeyse meşrulaştırıyor?
11 Eylül'den sonra Amerika'da ana akım gazeteciler bu saldırıyı düzenleyenler için, “adalet arayan eylemci gençler” dedi mi? Demek akıllarına bile geldi mi?
Türkiye'de bu nasıl olabiliyor?
Nasıl oluyor da CHP milletvekilleri DHKP/C militanlarının cenazelerine katılmaktan, bu örgüte yönelik operasyonları için düzenlenen gösterilerin sözcüsü olmaya uzanan bir dizi “tuhaf” hareket için bugün bir açıklama yapmıyor?
Nasıl oluyor da bu ülkede taşeron terörü üzerinden muhalefet çıkarmak meşru görülebiliyor?