İnsanın hayatta doğru bir yaşam ortaya koyması onun hayata doğru ölçütlerle bakmasının sonucudur. Eğer varlığı, Allah'ın bak dediği yerden bakarak algılayamıyorsak doğal olarak yanlış bakışımız yanlış ameller yapmamıza sebep olacaktır. Çoğu zaman teorik, felsefî ya da kelamî bir polemik mesabesinde değerlendirilen "Varlığın yaratılış itibariyle güzel olması ve ALLAH’ın Şerr Yaratmaması" konusu aslında doğrudan doğrudan güncel, hayatımızı şekillendiren bir bakış açısının ne olup olmaması hakkındadır. Bu temel bakış açısının Müslümanlar arasında konuşulması ve ortak bir noktaya varılması gerekmektedir.
Müslümanların bu konudaki bakışları aynı zamanda Allah tasavvurlarına, insana ve haklarına bakışlarına vb. birçok konuya yansımaktadır. Varlık felsefesinin temel konularından biri olan "Theodise" (Kötülük) sorununun İslam epistemolojisinin tutarlılığı açısından önemi bunun içindir ki kaçınılmazdır. Tutarlı bir İslâmî bilgi teorisi inşâ etmenin yolu Vahyin muhkem ilkelerinden hareketle "Hûsn-Kubûh" alanını doğru bir biçimde tanımlamak olacaktır.
Eş'ari ekolüyle, Tevhid ve Adalet (Mutezîle) ekolü arasında farklılaşan konulardan birisi de "Hûsn ve Kûbh-î aklî"dir. (Karşıtları tarafından "Mu'tezîle" olarak adlandırılan bu ekol kendisini "Ehl-i Tevhid ve Adalet" olarak adlandırdığından bundan sonra bu ekolü kendi tanımlamalarını esas alarak zikredeceğiz.) Bu alanda kullanılan terimleri küçük bir lügatçe ile şöyle tanımlayabiliriz: Hûsn: Güzellik ve iyilik anlamını ifade eder. Kûbh: Kötülük ve çirkinlik anlamındadır. Hûsn-î Aklî: Aklın bir iş veya bir tutumungüzel ve iyi olduğunu teşhis etmesine denir. Kûbh-î Aklî: Aklın bir iş veya bir tutumun kötü olduğunu teşhis etmesine denir. Hûsn-î Şer'î: Bir iş veya bir tutumun şer'an ve Allah Teala'nın bildirmesi üzere iyi olduğunun tespit edilmesine denir. Kûbh-î Şer'î: Bir iş veya bir tutumun şer'an ve Yüce Allah'ın bildirmesi üzere kötü olduğunun teşhis edilmesine denir.
İslamî ekoller içerisinde Tevhid ve Adalet ekolüyle Şia ekolü, Hûsn ve Kûbh-î şer'înin var olduğunu ifade ederken bunun yanında "hûsn" ve "kûbh-î aklî"nin de gerçekliğini ifade ederler. Bu bakış açısına göre kâinattaki bir çok olgunun kötü olup olmadığı ve iyiliği o şeyin yapısı gereğidir. Dolayısıyla bir olgunun kendi yapısı ya doğru ya da yanlıştır. İletilen ilahi vahiy ise zaten doğru ya da yanlış olan şeyin doğru ya da yanlışlığına işaret eder. Aklın görevi hakkında ilahi vahiy olsun ya da olmasın karşılaştığı olguların yapılarını araştırıp iyilik ya da kötülüklerini tespit etmektir. Vahiy olguların kendilerinden kaynaklanan bu güzellik ya da kötülüğe binaen güzele yönlendirir ve kötüden alıkoyar.
Oysa bu bakışın dışında olanlar (Haşeviye'den Ehl-i Hadis ve Eşa'riler vb. fırkalar) hiçbir şeyin iyilik ve kötülüğünün akıl yoluyla anlaşılamayacağına inanırlar. Bu bakış açısına göre bir olgunun ya da şey'in iyi ya da kötü olması İlahi vahyin o şeye iyi ya da kötü demesine bağlıdır. Nedensiz ve anlamsız bir biçimde İlahi vahiy eğer bir şeye kötü derse o kötü iyi derse o kötüdür. Bu sebepten dolayı ilahi vahiy daha önceden kötü dediği bir olguya iyi, iyi dediği bir olguya ise kötü diyebilir.
Bu bakış açısı İlahî adalet ve varlığa bakış açımızı ciddi bir biçimde yaralamaktadır. Hayatta gelişen olaylara ve kainatta gerçekleşen değişimlere bu çeşit bir bakış Müslümanların tutarlı ve sağlıklı bir varlık, bilim ve sosyal bilgi çerçevesi oluşturamamaları sonucu doğurmaktadır.
Oysa:
1- Allah (cc) bir çok diğer güzel ve yüce sıfatıyla birlikte "Hekim" (hikmet sahibi) olma sıfatına da sahiptir ve hiç bir abes şey, sebepsiz ve nedensiz hiç bir emir ve nehiy ondan sadır olmaz. Kadi Abdulcebbar (rh.a)'ın deyişiyle “Allah teala, ancak iyi/hasen olanı yapar. Allah Teala'nın fiili olduğu sabit olan herşeyin, doğru ve hikmetli olması gereklidir.” (Konu “Resail el-Adl ve'l Tevhid” sf. 231-233”de ayrıntılı biçimde işlenmektedir. Tahkik: Dr. Muhammed Amara, Darul Hilal, 1971 Kahire)
2- Tüm eylemler doğaları gereği mutlak iyilik veya kötülüğe sahiptirler. Allah'ın da o eylemlere yönelik emri veya yasağı da mutlaka onlarda bulunan bir iyiliğe veya kötülüğe dayanmaktadır. Aklî ilkeler ve bu ilkeler doğrultusunda doğru düşünme metodu bunların doğalarının iyi ya da kötü olduklarını kavrayabilir. Bu kavrayışın doğru bir kavrayış olup olmadığı ise "İlahi vahyin Furkanlığı" ile test edilir.
Kur'an'ın İslam'ı bir fıtrat dini olarak tanıtması da bu esasa dayanmaktadır (Rum Suresi, 30/30). Demek ki bütün İlahi emir ve nehiyler insanın fıtratına uygun şeylerdir; ne var ki bunların bir kısmını kendi aklıyla algılayabiliyor, bir kısmını ise Allah tarafından açıklandığında fıtratına uygun buluyor.
İşte bu esaslara dayanarak Tevhid ve Adalet ekolü ve paralelindeki diğer yaklaşımlar aklın kesin ve tereddütsüz bir şekilde kötü olduğuna kanaat getirdiği bir şeye Allah'ın asla emretmeyeceğini ya da kendisinin öyle bir fiilde bulunmayacağını ifade etmektedirler. Örneğin akıl, zulmün kötü olduğunu anlamaktadır. Bu sonuç bizi Allah'ın asla zulüm sayılacak bir teşebbüste bulunmayacağına götürür. Çarpıcı olması açısından genelde verilen örnekle inceleyebiliriz: "Rabbimiz, Peygamberleri ve mü'min olan kimseleri cehenneme, Firavunlar gibi kötü olan kimseleri de cennete koyar mı?" bu soru temel bir problemin somutlaşması için sorulmaktadır. Cevabımız Allah tasavvurumuzu da ele vermektedir. Bu iş elbette, Allah'ın hâşa yapamayacağından değildir. Aksine Allah'ın adalet ve ahlakiliğinden kaynaklanmaktadır. Bunun bir haksızlık, bir zulüm olduğu içindir. Hak Teala da adil-i mutlak ve hekim olduğu için asla bunu yapmaz. Çünkü kullarından ahlaklı/ilkeli/tutarlı/hikmetli olmalarını isteyen Allah bizatihi kendisi bu özelliklere sahiptir. Bu Allah'ı sınırlandırmak değildir aksine kemâl ve mükemmelliğin gereklerindendir. Şayet Rabbimiz ilkesiz, her istediğini hiçbir ahlaki/tutarlı sebebe dayanmaksızın yapan bir Rab olsaydı bu onun hâşa kemalinin eksik olduğu anlamına gelirdi ki O bundan münezzehtir.
Ama Eş'ariyye Ekolü, bunun Allah'ın işlerine bir müdahale, O'na bir görev tayini olduğu düşüncesinden hareketle bunu söylemenin caiz olmadığını, aklen Allah Peygamberleri cehenneme götüremez denildiğinde, bunun, aklî ilkelerle Allah'ın güç ve kudretine sınırlama getirildiği anlamına geldiği için doğru olmadığını, doğru olanın Allah'ın yaptığı olduğunu ve "götürmez ama" götürse bile Allah'ın Peygamber'i cehenneme (haşa) götürmesini dahi kötü olarak nitelendiremeyeceğimizi; götürmüşse demek ki iyidir ki götürmüştür dememiz gerektiğini iddia etmektedir. Bir şeyin iyi ya da kötü olması onun bizzat iyi ya da kötü olmasından değil İlâhi kelam ona iyi ya da kötü dediği için anlam kazanır demektedirler. Bu örnek size çok soyut ve teorik gelebilir. Oysa konuyu kitap sayfalarından ve önermelerden yeryüzüne indirdiğimizde ortaya ne gibi bir tablonun çıkacağına göz atalım: Zinâ Allah kötü dediği için mi kötüdür yoksa gerçekten kötü olduğu için mi Allah Zinayı yasaklamıştır? Hırsızlık, suçsuz yere insan öldürmek, yalan söylemek, insanları köleleştirmek nitelik olarak kötü şeyler olduğu için mi yasaklanmış ya da kaldırılmaya çalışılmıştır yoksa Allah onlara kötülük sıfatı yüklediği için mi olumsuzlanmışlardır?
Eğer bu sorulara Eş'ariler gibi cevap verirsek o zaman İlahî hukukun zaman ve şartlarda temel erdemleri çiğneyebileceğini, dün kötü olanın bugün iyi bugün dün olanın dün kötü olarak tanımlanabileceğini ifade etmiş oluruz. Peki böylesi bir tasavvur İslâmî anlayışımızı nereye götürür? İlahi hükümlerin hikmetleri ve aklî açıklamaları ve neden bu hükmün var olduğu sorusuna cevap veremeyiz. Çünkü İlahi hükümler o şeyin kötülüğü ya da iyiliğini belirlediğinden
Tevhid ve Adalet ekolü ise aklın bu hükmünün asla bir görev tayini veya hesap sorma ya da Allah'ın kudretine sınırlandırma getirmesi ile hiçbir ilgisinin olmadığını belirtmektedir. Bu iddianın tam aksine Allah'nın bütün güzel ve yüce özellikleri ve Kur'an'da kendisini anlattığı şekilde algılanması gerekmektedir. Allah elbette herşeye Kâdirdir ancak bu kudreti hikmet, adalet gibi diğer özellikleriyle bir bütünlük oluşturur.
Haşeviyye'den Ehl-i Hadis'in ve devamıyla Eş’ariliğin ulûhiyet anlayışı, Allah-insan ilişkisi bakımından yalnızca insanla ilgili değil, aynı zamanda Allah tasavvurumuzla ilgili sorunlar da ortaya çıkarmaktadır. Sınırsızlığı ve sorumsuzluğu korunmak istenen Allah, son noktada kaba güçten ayıklanmamış, keyfî hareket eden, ahlakî olmayan bir varlık durumuna düşürülmektedir. Bütün bunlar, istediğini yapan ve hikmetinden sual olunamayan Allah anlayışının doğurduğu sonuçlardır. Bu anlayış, aynı zamanda Allah’ın fiillerinin gayeliliği, ahlakiliği ve bilinebilirliği gerçeğini ortadan kaldırmaktadır. Aslında bu tasavvur sorunu Allah'tan değil kendisini Allah'ın temsilcisi olarak gören insan'ın dünyadaki kendi iktidarına yüklediği anlamdan kaynaklanmaktadır.
3- Tüm insanlar kendi vicdanlarına müracaat ettiklerinde iyiliğin güzel ve zulmün kötü olduğunu bilir. Bu yargı tüm insanların arasında olan herkesin kendi aklıyla idrak edebildiği ortak bir hükümdür. Şeriat da bu hükmü teyit etmiştir. Eğer şeriatta bu hususta hiçbir emir ve açıklama bile olmasaydı yine de bunu aklımızla idrak edebilirdik. Bu sonuç İslam'ın fıtratla olan uyumunun ifadesidir. İletilen vahyî bilgi yaratılışın özünde bulunan fıtrî bilgiyle tam bir uyum içindedir. Bu bakış İslam'ın doğal ve yaşamsal bir mesaj olduğuna bizi götürür. "Tabii Hukuk" dediğimiz bu olgu İslam'ın herhangi tarihsel bir koşulla sınırlı sıradan bir "din" değil insanlığın ortak vicdanı olduğu anlamına gelir. Bu perspektifle baktığımızda insanın özgürlüğü problemi çözülmekte, insan'ın ahlakiliği ve mücadelesinin anlamlılığı Allah'ın ahlakiliği ile anlam kazanmaktadır. Yaratıcısı hikmetli olan, yaratıcısı adaletli olan kul elbette hikmetli ve adaletli olmak zorunda olacaktır. Ancak yaratıcıdan bu özellikleri alıp onu "ala kıran baş kesen" bir varlık olarak tasavvur ettiğimizde Onun temsilcilerini de benzeri bir "padişah" olarak algılamaya başlayacağız. Zaten böyle de olmuştur. Kader tartışmasını ilk başlatan olay 1. Emevi Kralı Muaviye B. Ebû Sufyân'ın yaptığı icraatların önceden Allah tarafından belirlendiği dolayısıyla kendisine muhalefet edenlerin kaderlerine razı olmaları gerektiğini dillendirmişti. Böylelikle zulme karşı çıkarak muhalefetini sürdüren sahabeler, tabiinden müslümanlar Kaderi inkar etmekle suçlandılar! Rebeze çölüne sürülen ve sürgünde vefat eden Sahabe'den Ebû Zerr ve Tabiin'den şehid edilen Gaylan ed-Dımaşkî işte bu yüzden "kaderi inkar" etmekle itham edilmişlerdi!
Şimdi bu tasavvurun hangisi hangisini oluşturdu diye sormanın sırası. İyiye kötü kötüye iyi diyebilen ve hikmetinden sual olunmayan devlet erki kendisini meşrulaştırmak için bu Allah tasavvurunu üretti ve Bu Allah tasavvurunu üretenler böylesi bir iktidar sistemi inşaa ettiler. Buradaki iktidar sisteminden kastımız sadece siyasal iktidar değil aynı zamanda resmi olarak inşaa edilen sosyal, dini müslüman kültürü/birikimidir. Sorgulamayan, sorgulatmayan, hak aramak yerine hak dilendiren hakim kültürdür.
Kader tartışmalarının çıkmasının sebebi neydi? İddia edildiği gibi Yunan felsefesinin etkisi ve soyut bir polemik zevki miydi? Aksine Husn ve Kubh, İnsanın özgürlüğü/Allah tasavvurumuzun ahlakiliği sorunu gibi tartışmalar hep hayatın içinden çıkmış, gündem merkezli tartışmalardı. Yunan felsefesiyle Müslümanların karşılaşmalarından çok önceleri başlamıştı. Dolayısıyla Kelam'ın hayattan kopuk bir polemik malzemesi olduğu söylemi gerçeklikle uyuşmamaktadır. Kelâm bizzat hayatın ortasından yeşermiştir. Bu bağlamda o hayatın pratiğinin, teori alanında tartışıldığı bir olgudur. Bu elzem girişten sonra konumuzu beraber düşünmeye başlayabiliriz, inşallah ikinci yazıda…
Devam edecek…