Türkiye'yi kendine özgü bir ülke yapan özelliklerin en başta gelenlerinden birisi, bu diyarda önemli toplumsal meselelere ilişkin dosyaların layıkıyla tartışılmadan süratla sert bir polemik konusuna dönüştürülmesidir.
Mesela alın bu günlerin en hararetli dosyası olan '”Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Yasa Tasarısı”nı.
İsterseniz önce “medeni” bir ülkede bu çok önemli dosyanın nasıl tartışılabileceğini hatırlayalım:
Tabii ki, her şeyden önce, taraflar eldeki dosyayı esas alarak tartışmaya başlarlar.
Dosyanın (buradaki örnek söz konusu “tasarı”) çalışanlara ve emeklilere sağlık ve sosyal güvenlik açısından neler getirip neler götürdüğü bellidir artık. Tartışma buradan sonra başlar. Dolayısıyla, çalışanları temsil eden örgütler, patronlar ve de hükümet arasında bir tartışma ve “güç gösterisi” başlar. Tahmin ettiğiniz gibi bu taraflardan her birinin önlerindeki “dosya”ya kendi çıkarları doğrultusunda yön vermek için argümanları ve de anlaşmazlık halinde araya sokacakları harekât planları vardır.
Bir kere daha tekrarlayayım: Ama her şeyden önce, önlerindeki dosya-tasarı taraflar için aynı şeyi ifade etmektedir. Tartışılan konu “laiklik” ya da “milliyetçilik” gibi bol laf kaldırabilen türden olmadığı için, ortadaki metin ancak “yorum bilim”e başvurularak çözülebilecek bir şey değildir.
Ama bir de gelin, son tasarı tartışmasında olduğu gibi, bu sürecin bizde nasıl yaşandığına bakın.
Taraflardan birisi hükümet, diğeri ise ülkenin hemen bütün işçi-memur sendikaları ve meslek örgütlerini bir araya getiren, “emek platformu” adı altında toplanmış bir birlik.
Ancak dikkat ederseniz, taraflar arasındaki tartışma, daha doğrusu politik-ekonomik-toplumsal plandaki çekişme, masada duran dosya-taslak üzerinden yürümüyor. Yürümediği için de, memleket ahalisi kendisine kimi yakın buluyorsa tartışmaya onun safında yer alarak tartışmaya katılıyor.
Başbakan'ın bu çerçevede yaptığı açıklamalar gerçekten şaşırtıcı. Şaşırtıcı ve de yanlış. Başbakan, birkaç gün önce, “Bazıları yasa tasarısının tek bir cümlesini bile okumadan spekülasyon oluşturuyor. Dürüst davranmıyorlar, yalan söylüyorlar” diyerek, bu son derece önemli “tasarı” hakkında bizi nasıl bir tartışmanın beklediğini haber vermişti.
“Emek Platformu”nun cevabı gecikmedi haliyle. Bir konfederasyon başkanı, “Başbakanın önündeki tasarı ile bizim önümüzdeki aynı değil herhalde” diyerek, hiç de fena olmayan bir cevap yetiştirdi.
Başbakan'ın bu ilk açıklamasında hızını alamayarak ülkedeki sendikalardan eleştirel olduğu kadar alaycı bir üslupla söz ettiğini de gözledik.
Bu arada unutmayın: Bu toplumun şu kadar çalışanı ve emeklisinin çok büyük bölümü -hâlâ- getirilen tasarının kendileri açısından olumlu olup olmadığını anlayabilmiş değiller.
Anlayabilmiş değiller, çünkü tartışma bambaşka bir zemine kaymış durumda.
“Emek Platformu” altında toplanan örgütlerin üyeleri dün sabah iki saatlik iş yavaşlatma eylemi yaptılar. Biliyorsunuz, bu tür eylemler demokrasilerin vazgeçemeyeceği işlerden. Ama çok geçmeden Başbakan'ın bu fikirde olmadığına şahit olduk.
Başbakan, belli ki, işi yavaşlatma eylemine hiç mi hiç iyi gözle bakmıyor. Olabilir, çünkü taraflardan birisi. Peki ama ya bu memnuniyetsizliğini açıklarken kullandığı ifadeler, onlara da “olabilir” diyebilir miyiz?
Mesela şu sözler:
“(Köprülerdeki eylemden bahisle) ...iki saat benim vatandaşımın orada yakmış olduğu akaryakıtı kim acaba telafi edecek?”
(“kimse” tabii ki; çünkü bu tür eylemlerin amacı zaten yürüyen işleri aksatmaktır.)
Mesela şu sözler: “Her zaman şunu söylüyorum, benim koltuk koruma diye bir derdim yok, (...) Çünkü ben milletimin hizmetkârı olarak bu yola çıktım. Bu hizmette de gece gündüz demeden koşuyoruz, koşmaya mecburuz.”
(Güzel ama gece-gündüz demeden koşan sadece o değil ki... Dün iş yavaşlatma eylemi yapanlar da benzer şekilde gayret gösteriyorlar. Hem söyler misiniz, siyasetçi ve devlet adamlarının kendilerini “milletin hizmetkârı” olarak sunmalarına son vermelerinin artık zamanı gelmedi mi? Haksız mıyım? Bu toplumda herkes, isteği-kapasitesi- gücü nispetinde bir şeyler yapıyor. Siyasetçi-devlet adamı niçin “milletin hizmetkârı” olsun?)
Bakalım “tasarı”ya ilişkin bu gelişmeler nasıl sonuçlanacak?
Nasıl sonuçlanırsa sonuçlansın şurası muhakkak: Toplum, büyük çoğunluğuyla, bu tasarının ne getirip ne götürdüğünü anlayabilmiş değil.
Yani aferin bize. Batı'da etrafında oluşan tartışmanın yarattığı rüzgârla iktidar değişikliklerine yol açabilen bir tasarıyı da sonunda “laiklik” gibi içinden çıkılmaz bir mesele haline getirmeyi başardık sonunda.
AKP hükümetinin tasarıya ilişkin yürüttüğü politikaya ilişkin son yorumum da şu:
Bu politikayı sunan söylem haddinden fazla “sağ” kokuyor. Yani neredeyse bir zamanların (şimdiki zamanını izlemediğim için böyle söylüyorum) TİSK'in politikası ve söylemi gibi bir şey bu.
Seçmenlerin yüzde 47'si AKP'yi “tam sağ” yapsın diyerek hükümet etmedi herhalde...
Yeni Şafak gazetesi