Hasan Cemal geçen gün (26 Ocak) çıkan yazısında Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ için "Tarzan zorda!" diye yazdı.
Yazıyı okuyunca kendi kendime sordum: Söz konusu olan yalnızca bir mi, yoksa iki "Tarzan" mı var? Ve "Tarzan" niye "zorda"? Birinci sorunun kısa cevabını hemen vereyim: "Zorda" olan iki "Tarzan" var; biri Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ, diğeri Başbakan Tayyip Erdoğan. Niye "zorda" olduklarının cevabı ise şöyle verilebilir.
21. yüzyılda Türkiye, askeri-bürokratik vesayet altında olan bir tür demokrasiden Avrupa Birliği standartlarında demokrasiye geçiş sürecini yaşıyor. Bu sancılı süreç, eski rejim yandaşları ile yeni rejim isteyenler arasındaki mücadeleye sahne oluyor. Vesayet ile demokrasi arasındaki gerginlik, belki en yoğun olarak, birincisinin ana karargahı olan askeri otorite ile ikincisinin ana karargahı olan sivil otoritenin başında olan kişileri etkiliyor. Onun için hem Genelkurmay Başkanı, hem de Başbakan "zorda."
Önce Genelkurmay Başkanı'nın niye "zorda" olduğunu anlamaya çalışalım. Vesayet-demokrasi gerginliği Türk Silahlı Kuvvetleri'nin (TSK) saflarına da yansımakta. Subayların zihniyet dünyası, siyasi fikir ve tercihleri, sadece askeri okullarda aldıkları, otoriter milliyetçi ve laikçi eğitimle şekilleniyor olsa, belki bu zihniyet ayrışması yaşanmayacak. Ama elbette ki subaylar da gerek ailelerinden ve çevrelerinden, gerekse 1991 sonrasında çeşitlenen medya aracılığıyla dünyadaki ve toplumdaki tartışmalardan etkileniyor. Basitleştirmenin sakıncalarını göze alarak denebilir ki, TSK içinde bir yanda belki en iyi temsilcilerini emekli orgeneraller Şener Eruygur ve Çetin Doğan'da bulan "vesayetçiler" ile öte yanda belki en iyi temsilcilerini Genelkurmay eski Başkanı Org. Hilmi Özkök'te bulan "demokratlar" arasında ayrışma ilerliyor. Birinciler, askerin siyasi rolünün son bulması halinde Türkiye'nin parçalanacağı ve din devleti olacağı iddiasına sarılıyor. İkinciler ise, demokrasiyi yerleştirmeden Türkiye'nin hiçbir sorununu çözemeyeceğini, siyasi rolünün TSK'nın saygınlığına ve etkinliğine zarar verdiğini düşünüyor.
Anlaşıldığı kadarıyla Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ, TSK içinde hiyerarşiyi, dolayısıyla disiplini yıkan cuntalara izin vermeme ("müdahale edilecekse yüksek komuta eder") geleneğine bağlı olduğu gibi, "demokrasiye ve hukuk devletine karşı olanları barındırmamak"tan yana. Öte yandan bu unsurların ordu saflarından (kendi anlayışına göre) kuruma en az zarar verecek şekilde temizlenmesini tercih ediyor. TSK içinde otoriter milliyetçi ve laikçi zihniyetin ve buna bağlı cunta faaliyetlerinin yaygınlığı dikkate alındığında, bu kolay kurulabilecek bir denge değil. İlker Başbuğ bunun için "zorda." Bunun için Ağustos'ta emekliliği hasretle bekliyor olabilir.
Başbakan Erdoğan'a gelince... O sadece askeri ve yargısal darbe tehditleriyle, kifayetsiz ve sorumsuz muhalefetle baş etmek zorunda değil. Bir yandan gerek partisi içinden, gerekse toplumdan gelen, vesayet düzeninin hızla tasfiye edilmesi yönündeki demokratik baskıları üzerinde hissediyor. Öte yandan gerek partisi, gerekse hükümeti içinden gelen, "Önemli olan iktidardır; vesayetçilerle çatışmayalım, gerekirse uzlaşalım..." baskısını. İki baskı arasında, sadece hükümet değil iktidar da olmak için gereken adımları, zamana yayarak ve temkinli bir şekilde, (kendi anlayışına göre) devlete en az zarar verecek şekilde atmaktan yana. Onun içindir ki, sadece kendisine destek verenler değil, çelmelemek isteyen muhalifleri arasından da yükselen, "onu azledin, bundan hesap sorun..." şeklindeki "gaz vermelere" tepki gösteriyor.
Ne Başbuğ "sabrımız taşıyor" tehdidini savurarak, ne de Erdoğan "gaz vermeyin" fırçasıyla, toplumu ve onun sözcüsü olan basını susturamaz. Gazeteciler bildiklerini söyleyecek, düşündüğünü yazacaktır.... Doğru ya da yanlış... Haklı ya da haksız... Demokrasi de zaten önemli ölçüde bu demektir.
ZAMAN